Seval'ce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seval'ce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2011 Pazartesi

SEVAL'CE



Sis yine çok yoğun.
Pencereden baktığımda caddenin karşı tarafını hâlâ zor görüyorum. Tuhaf bir duygu bu, sanki on adım ötesi Dünyanın sonu...

Bir dev bulutun altında ve işimin başında, hem güvende korunaktayım, hem küçülmüş, azalmışım. Bir şeyler kopup yerinden, kaybolmuş sanki sonsuzluğun içinde... Canım yanmıyor, eksildiğimin farkındayım sadece...

Günler kısaldıkça daha çabuk mu geçiyor zaman?..
Haftalar, aylar ve yıllar geçtikçe mi, anlamını yitiriyor geride kalan...
Gelecek, ne getirecek? Ne kaldı görülmedik, duyulmadık, yaşanmayan?
Bazen diyorum, "Zaman her derde derman" lafı da yalan!

Kesin olan, kayıplar çoğaldıkça acılar birikiyor, umut azalıyor...
Hayat insani yoğururken yormayı da gayet güzel beceriyor.

Tarih kitaplarıni yazanlar boşuna uğraşmışlar. İnsanoğlu kendini oyalamayı öğrenmiş, geçmişten katiyyen ders almıyor.

Öfff...

Bilmiyorum, şehri günlerden beri saran sis bulutu mu, bu düşüncelerimin sebebi... Yoksa üstüste gelen birbirinden beter felaket haberleri mi?..

Anlayamıyorum! Belki yeterince zeki değilim, bu benim suçum, benim aptallığım. Sorular üşüştü kafama, iyi kötü bir yanıt bulsam rahatlayacağım...

Dünyanın her yerinde ve her dinde en büyük günah değil mi cana kıymak?
Hak yemek, çalmak, yalan söylemek ve iftira atmak?

Öyleyse, binlerce yıldır neden bitmedi insanin insana eziyeti?

Allaha ve kitaplarına yürekten inanan, günaha girmemeye özen göstererek yaşayan gerçekten kaç kişi?

Düşmanlıklar, kinler, savaşlar, cinayetler...
Kötülüğün neden sonu yok gibi?..

Katiller, satılmış siyasetçiler, tecavüzcüler ve sadistler derken bir nazilerimiz eksikti, onlar da hortladı geri geldi...
Galiba demir alamadan, yola çıkamadan batacak bu gemi...

Allahım affet!

Ne kuşlar, böcekler, ne balıklar, ne bitkiler...
Onlar oldukları gibi kaldı, bozulmadı ama en severek yarattığın sana layık olamadı. Tersine gelişti, gördüğün gibi canavarlaştı...

İnsanlığımızdan utanıyorum, Allahım sen büyüksün affet...

Seval

27 Ekim 2011 Perşembe

Seval'ce


Gökyüzü birazdan yağacak yağmurun habercisi koyu gri bulutlarla kaplı.
Trafiğin gürültüsü daha az, diğer günlerden farklı bir sessizlik var dışarıda.
Bir hüzün kokusu havada... Sanki bugün bütün Dünya yasta...

Ağaçlardan dökülen yüzbinlerce yaprak, konfeti gibi serpilmis yollara.
Süslüyorlar her yeri yeşil, sarı, kahverengi ve kırmızının binbir tonlarında... Rüzgar varla yok arası hafif hafif esiyor. Sanırsın kuru dallarından kopup düşmeye hazırlanan yaprakları incitmekten korkuyor...

Her şey aynı aslında, mevsim normalleri derler ya...

Anlaşılan değişen benim. Bir soran olsa, bu gün tonlarca yük taşıdığıma yemin edebilirim. Omuzlarıma çöken ağırlıktan olsa gerek, itaat etmiyor bana ne beynim ne ellerim...

Şimdi, ya silmeli gördüklerimi hafızamdan, unutmalı bildiklerimi, ya da toparlanmak için durup uzun uzun düşünmeli...
Ama, benim -herkes gibi- hiç vaktim yok ki...

Gel, çık işin içinden, kalk altından kalkabilirsen.
Sen ağlamak istemesen de gözlerine dolar yaşlar kendiliğinden.
Canın yanar canı yananları duyup gördükçe. Lanet okur, isyan edersin nafile olduğunu bile bile. Kocaman bir çaresizlik sarar küçücük yüreğini.
Boy boy korkular büyütürsün böyle günlerde...
Ah, keşke kendi canavarını beslediğini görsen kendi ellerinle...

Haykırmak istiyorum, yorgun düşene dek avaz avaz bağırmak!..
Ama ne mümkün, zaten beni kim duyacak?
Hem, nereden bileyim ki ben, nasıldır kuralların dışına çıkmak...

Sessiz bir çığlık yükseliyor içimde...
"Haydi, insanoglu!" diyorum, "Kımılda biraz be!"
"Kışkırt, yüreklendir kendini, meydan oku kaderine!"
"Diren! Öfkelen istersen! Yeter ki durul ve değiştir bir şeyleri..."
Al yahu, artık şu dersini. Ver kardeşlerinle el ele...
Onlar da Allahın kulu, bir ananın kuzusu tıpkı senin gibi...
Yok et adaletsizliği ve fakirliği yeryüzünde...
Öğren paylaşmayı, farklı olanı da anlamayı...
Can yakma hakkını kendinde görme! Hiç değilse hak yememekle başla işe!"

Ne! Olmuyor mu? Olmaz tabi... Yapamazsın değil mi?

Pekala be geri zekalı! Öyle olsun, pis çıkarcı! Kalleş! Sahtekar! Sakın değişme sen, hep böyle riyakar kal... Aldat herkesi, gir günaha, kendini kandır. Bırak kalsın yüreğin kulaklarından daha sağır...

Öfff...
Biliyorum yine saçma sapan konuştum. Iyi ki bir duyan gören olmadı, yoksa rezil olurdum.
Güldüm sonra kendime, olmasa da bir faydası düşüncelerin zararı da yok diye...
Ve sustum...

26 Ekim 2011 16:36

6 Ekim 2011 Perşembe

Seval'ce


Ekim geldi, hoşgeldi...

Sonbahar önümüzdeki haftalarda hayatımızda büyük bir rol oynamaya niyetli, biz istesek de istemesek de geldi, yerleşti.

Bu gördüklerimiz yılın son güneşli günleri olmalı. O halde, yağmurlu ve karanlık günlerden önceki mavi gökyüzüne şükranla bakmalı, ılık rüzgara kapılıp uçuşan yapraklardaki güzelliğin tadını çıkarmalı...

Sonra nasılsa yağacak mübarek, yağabildiğince...

Öyle de olmalı, elbette yağmalı. Aylardır yolunu gözleyen toprak kana kana içmeli her zerresini, doymalı... Yoksa nasıl can bulur ekilen tohumlar, susuz kalırsa yeşerir mi tarlalar? Tanrım, iyi ki insanın elinde veya onun keyfine bağlı değil yarattığın ilahi ayarlar...

Deriz ya her fırsatta, Dünya fani. Her an, her şey olabilir. Seneye çıkar mıyız hep birlikte, bir ilk ve sonbahar daha görür müyüz, kimbilir?

Biz hep böyle konuşuruz, söylediklerimizin anlamını düşünmeden... Borçludur genelde hayat, eksik vermiştir bize nimetlerinden... Ve planlar yaparız bolca, hayaller kurarız hatta... Aldığımızdan hep daha fazlasını isteriz, isteyenin yüzü bir kara...

Koşarken peşinden paranın, başarının, gücün ve daha çok rahatlığın farkında olmadan kaybederiz gerçek değerleri... Sevmeyi, kıymet bilmeyi, şükretmeyi unutarak benimseriz şikayet etmeyi...

Ancak koşmaktan yorgun düşünce verdiğimiz zorunlu molada, bakarsak geriye, görürüz bir çok şanslar verildiğini bize... Yakaladığımız ve ıskaladığımız fırsatların uzun bir listesi vardır artık önümüzde. Yaşam biraz da kendi tercihlerimizin neticesi gibi kaderle oynadığımız ebedi oyunda...

Yaralı bereliyse dizlerimiz, demek ki kavgada, oldukça tecrübeliyiz...

Büyük, çok büyük dersler aldığımızı gösterir, boş kalan ellerimiz, kırık-dökük çarpan kalbimiz...

Bu oyun böyle devam eder, kayıplar ve kazançlarla...

Ve biz bulduğumuz her yerde sarılırız umutlara. Çünkü en büyük yardımcımızdır umut, sevmekten başka. Tabi, inanıyorsak eğer, bize düşenin yaşamak olduğuna...

"Yakında yağmurlar başlayacak, eyvah yine kış geliyor!" diye somurtan insanlar var çevremde. Durur durur hava durumuna söver,söylenir... Halbuki bir çatının altında olmanın güzelliği en çok yağışlı havalarda hissedilir. Hem, insanın başını sokacak bir evinin olması bile bir servet değil midir? Hele varsa evde ekmeği, bir tencere de sıcak çorba, tercihen mercimek yahut tarhana...

Ama en önemlisi o çorbayı paylaşacak birileri hayatında, hemen yanıbaşında...

Ne diyorum ben ya? İşte böyle bir şey yaşlılık, kusura bakmayın çocuklar...

Mevsimler ardarda birbirini kovalar, zaman hızla gelir geçer, ablaların çenesi düşer...
Benimki laf kalabalığı. Demem o ki, İlkbahar beni sevindirir, Yaz güldürür, Karakış üşütür, ama Sonbahar... Silkeler tozu toprağı, düşündürür...

Seval

27 Eylül 2011 Salı

Seval'ce


"Eylül´ün son haftası..." demiş ve eklemiştik.
Bir kaç gün sonra bir veda daha...

Eylül de bitti demek, geldi Ekim... Sonra Kasım... Ardından Aralık...
İyi ama... Ama...

Aman Tanrım! Olamaz! Kış geldi bile işte, kahretsin!

Üşüyeceğiz yine. Üstüste, kat kat giyinsek de, aylarca ısınamadan sürecek yaşam titreye titreye...

Kim nefret etmez sobayla uğraşmaktan? Ki, bilen bilir hiç kolay değildir hani. Kömür torbalarını taşımak, her gün kül temizlemekle uğraşmak resmen işkence gibi. Ailece zehirlenme tehlikesi de cabası. Üstelik, ucuz bile değil meret, Dünyanın parası...

Bu sene doğal gaz döşetse miydik acaba? Kömürden, mazottan rahattır mutlaka, ama daha çok masraflı. Nasıl döşetiyorsun yahu? Zar-zor denkleştiriyorken ev kirasını...

offf yaa... Keşke kaloriferli olsaydı bütün evler... Hatta herkesin oturduğu ev, kendi evi... :)

Salak gibi hayal kurup da insanı güldürme. Var mı herkesin ev sahibi olduğu bir ülke? Hem olsa ne yazar? Günümüzde ev sahipleri için hayat daha mı kolay? Düşün, onların da bin çeşit vergisi, tadilatı-tamiri, kapısı-penceresi, çatısı-bahçesi-duvarı, şusu-busu bir sürü derdi var...

Offf...Eylül geldi de, gidiyor ha?..
Şimdi çabucak günler kısalacak... Hem kısalacak hem kararacak, benim de içim git gide daha çok daralacak...

Bir yağmur başlar yakında, dinmek bilmez bir türlü... Önceleri hoş gelir insana, özlemiştir çünkü ama sonra iyice sinir bozar... Mazgallar tıkanmıştır, her yerden sular taşar, ortalık su birikintileriyle dolar... Islak ağaçlar, ıslak yollar, yer yer çamurlar...

En kötüsü ışığa hasret kalmak, çünkü her gözünü açtığında gördüğün sonsuz bir alacakaranlık olacak. Hani güneş doğmuş mu, batmış mı kestiremediğin... Başını her yukarı kaldırdığında griden başka bir renk göremediğin... Nereden baksan berbat!..

Öff yaaa... İyi olan ne kaldı ki? Bu memlekette her şey berbat...

Oku... Oku... Oku... Okuduğun onca okul bir iş bulmana yetmiyor. Haydi buldun diyelim, kazandığın para yaşamana yetmiyor. Öde öde faturaların bitmiyor. Yok telefon derdi, kredi kartı ekstreleri, yok bilmem ne vergileri, yok sigortalar, aidatlar...

Hele de o sigortalar... Şaka gibi ya... Artık, kimin işine yarıyor, hangi sağlığı veya güzel geleceği sigortalıyorlarsa?

İşimi sevmiyorum! Her günüm bir öncekinin kopyası, yorulduğuma değmiyor. Ailem, arkadaşlarım, Çevrem kalabalık ama hiç kimse beni anlamıyor... Bıktım bu monotonluktan, canım hiç bir sey yapmak istemiyor...

Şeytan diyor, kaç git uzaklara... Sadece çektiği sıkıntılar kâr kalıyorsa insanın yanına...

Üfff... Öyleyse, batsın kardeşim bu dünya!.. Biz de topluca geberelim içinde! Daha fazla direnmek niye? Ne!.. Yalan mı söylediklerim? İtirazı olan var mı? Kim mutlu, kim huzurlu bu devirde?..

Hay Allah! cık cık cık...

Ne oldu bana böyle? Tövbe tövbe... Ne olmuş yani Ekim gelmişse... Öyle de biliyorum ya soğuklar kapıda... Hem oldukça da yorgunum galiba... Ondan böyle....


devamı var ona göre.. :)

Seval'ce


Ee, ne yapalım? Hadi gazetelere bir göz atalım...

Uzmanlar diyorlarmış ki; "Yakıt-taşıt-vergi zamları daha şimdiden aldı başını gitti. Daha da yükselmeleri beklenmeli."

Elinin körü! Sanki böyle olacağı önceden bilinmiyordu. Kartel-siyasetçi aşkı bu sene de nur topu gibi bir enerji krizi doğurdu. Halk besledi, kaçak elektrik kullanan şirketler büyüttü, siyasiler globalleştirdi... Şimdi o, tüm zamlara bahanelerin en güzeli...

Değil mi ki, kapitalizmin gücü hep patronlardan yana, sömürecekler elbette sömürebildiklerince... Ama neme lazım, Sezar´ın hakkını vermeli Sezar´a. Ben yıllardır kendim şahidim, hiç bir konuda uzlaşmayı başaramadılar, kendi çıkarlarını korumanın dışında...

Öffff... Geçelim bunu... Benim içim şimdiden karardı... Bakalım başka neler oluyormuş Dünyada?

Hükümetler çok meşguller. Hepsi canla başla dünya barışı ve halkların kardeşliği için çalıştıklarını söylemişler... Ay, onların çalışmalarını teker teker sevsinler...

Avrupa'lısı da Asya'lısı da aynı, al birini vur ötekine... Her gün artan iç ve dış borçları ve kendilerine hortumladıkları paraların hesabını vermektense elbirliğiyle Yunanistan'ı kurtarıyor ya da batırıyorlar son günlerde... Veya gidip Somali'li çocukları, sanki zavallılar bir daha acıkmayacaklarmış gibi bir günlüğüne doyuruyorlar. En güçlü görünenler de "barış ve demokrasi" sözlerini ağızlarından düşürmeden silah ticareti yapıyor sonra savaş çığlıkları atıyorlar. Bu katil ve sahtekârlar kimi kandırdıklarını sanıyorlar?

Öfff... Yine sinirlerim tepeme çıktı... Saydıklarım bu kadar gerçek olmasa keşke... Her şey sahte, sırf göstermelik... Yani aslında yaşananlar tam traji-komedi ama insan gülemiyor ki... Lanet olsun! Lanet olsun hepsine...

Offf... Neyse... Biliyorum aynı şeyleri duymaktan herkese gına geldi... Avro, Dolar ve borçlar, savaşlar, krizler, yok bilmem ne... Kuzum, tüm bunlar gerçekten kimin derdinde?..

Güzel şeyler olmuyor mu? Oluyordur elbette... Milletçe nasıl uzman kesildik bu yaz, hepimiz koşarken -altın fiyatları- peşinde. Çatır çatır pazarlık yaptık, üç kuruş daha az ödemek için -her şey dahil- tatil köylerinde... Zırnık bahşiş koklatmadık bize hizmet eden görevliye, sırf gıcıklık olsun diye, yahut bize gülümsemediği için belki de... Saatlerce ayakta, üstelik de o sıcakta, en fazla asgari ücretle çalıştığını düşünmeden hem de...

Yav, bunlar da güzel şeyler değilmiş. Yazı unutup gelelim bari bu güne, Eylül-Ekim'e... Hem başkalarının acısından bize ne?


Boşuna sevinmeyin bitmedi...:))

Seval'ce


Öyle ya da böyle geçti tatil, yaz bitti...

Ekim kapıda, döndük en başa...

Insanoğlu ne garip değil mi? Hoşuna gitmeyen gerçeklerden kaçmak için devekuşu gibi gömmeye hazır başını kuma... Hele kendi canı azıcık yanıyorsa, görmez gözü kimseyi, sağırdır yüreği...

Halbuki kaçış yok! Bu iletişim çağında istese de istemese de herşeyin farkında olmak zorunda... Kime yabancıdır mesela; Bütün sektörlerde işsizliğin arttığı, üretimin durduğu, fabrikaların kapandığı... Içinde değilsek de görmedik mi, işci direnişlerini, polis coplarını... Gördük, görmesine de, çabucak unutmadık mı?

Hayvancılığın, çiftçiliğin öldüğünü, en bereketli toprakların ekilmeden boş kaldığını, ekilenleri sel bastığını, yahut kuraklığın yaktığını da duyuyor, görüyor, biliyoruz... Ama suçluyu bulduğumuz için içimiz rahat bu konularda... Tüm bunların sebebi biz değiliz, sadece "küresel ısınma"...

Zaten, ithalat büyüyüp ihracat küçüldügü için temel gıda madde taban fiyatları tavan yapmış! Yoksa, ekonominin sağlığı gayet normal sayılırmış. Inanmayanlar, borsayı takip edip endeksleri hesaplasınmış... Borsanın çökme ihtimali filan, külliyen yalanmış!

Oh beee... Neyse ki, son anda depresyondan kurtulduk...

Siz kurtulamadınız ama hâlâ..:)

Seval'ce


Bakalım mı, daha neler varmış?

Memleketin her yerinde kadınlar kızlar dövülmüş, tecavüz edilmiş, öldürülmüş. Bazıları satılmış kurbanlık koyun gibi istemediği bir adama,
kimi olmuş bir alçağın elinde köle,
kiralanmış bir kaç dakikalığına her gün yüzlerce erkeğe.
Hoyratça sökülmüş fidanlar köklerinden,
kupkuru gözpınarları kalmış geriye...

Bunca olan bitene dayanmak için gözler kendiliğinden kapanmış.
Göz görmeyince herkes onları,
onlar da acılarını yok saymış...

Kime hizmet ettiği bilinmeyen savaşlar varmış,
gel zaman git zaman,
haklı haksız birbirine karışmış,
askerler bile iyice şaşırmış,
dün kardeş olanlar bu gün artık düşmanmış.
Bazı rivayetlere göre, azınlıklar azdıkça azmış.
Kendilerince onlar da haklıymış...

Yalan ya da doğru.
Ama bir gerçek var ki o da şu:
Yıllar yılı, yüzlerce gencecik, masum çocuk doymak bilmez bir canavara yem oldu. Ocaklar söndü, yürekler kavruldu...
Sağ kalıp kurtulanların ne eski neşeleri, ne eski sağlıkları,
ne de yaşama arzuları artık yoktu.

Atalarımız doğru demiş; "Beterin beteri var! Dibin daha derini."
Benim Eylül-Ekim derdim de dert miymis?

Kısacası yaşamak haktır ama hak çalınır, hayat harcanır, çiğnenir insan onuru... Çünkü, hem güzel hem çirkin, hem iyi hem de kötüdür hâlâ insanoğlu...

Değişmesini istiyorsak bazı şeylerin, kolları sıvayıp kendimizden başlamalı.
Elbette insan takvimlerin, ayların, mevsimlerin, yılların, her gün ve her anın farkında olmalı.
Yaşamalı hayattan korkmadan ve Allah'a sevgi olmalı, şükrederek sığınacağımız yegane liman...

BiTTi

21 Eylül 2011 Çarşamba

Seval'ce


Oradaydı biliyordum.

Yine de ben, etrafımda uçuşan sarı yaprakların, kuru dalların, çimlerin içinden bana gülümseyen irili ufaklı mantarların farkında değilmişim gibi yürümeye devam ettim. Ceketimin yakasını yukarı kaldırıp başımı iyice önüme eğdim. Kendimce onu görmeden, yanından geçip gidecektim.

Bırakmadı tabi, buna izin verir mi?

Yolumun üzerindeki meşe ağaçlarının arasından çıkıverdi karşıma, gelirken topladığı çam kozalakları ve palamutlarla...
Çabucak ayaklarımın altına serdi hepsini, "Haydi, beni görmeden git de, göreyim seni!" der gibi...

"Tamam!" dedim kendi kendime "Kaçıs yok. Bir selam verip, uzaklaşayım bari!" Hayır, her zaman can kurban. Ama... Ama, bu gün gerçekten değildim kavuşma havamda...

O içimden geçenleri anlamış gibi durdu, "Neyin var?" diye sordu "Benden kaçar gibisin?.. Halbuki sen, beni gördüğüne hep sevinirdin..."

"Merhaba Rüzgar!" dedim mecburen "Hoşgeldin Sonbahar!" diye ekledim sonra "Kusura bakma, ben yaşlandım galiba, seni göremedim!"

"Değiştin mi sen?" derken rüzgar dönüyordu etrafımda "Eskiden yalan söylemezdin bana."

"Yalan değil..." dedim usulca. "Görüşmeyeli uzun zaman oldu... Hayat beni epeyi yordu... Anlayacağın, hem yorgunum, hem neşem yok, yapılacak işlerim de her zamankinden daha çok!"

Söylediklerime inanmadığı belliydi. Cevap vermeden gülümseyerek uzaklaşmayı tercih etti...

Bu defa ben "Ya kırdıysam onu?" diye diye, olan azıcık keyfimi de kaçırdım o gidince...

Omuzlarım biraz daha çöktü, içimi kapladı bir üzüntü... Insanoğlu istemese de bazen bir çelişki yumağına dönüşüyor böyle, lakin olan olmuştu bir kere...

Ağır adımlarla yaklaştığımda bizim mahallenin futbol sahasına, sahayı çevreleyen kavaklar başladı şarkımızı mırıldanmaya...

Küsmemişti, gitmemişti...

Biliyordu o sesleri duyunca devam edemeyeceğimi yoluma.. Sevincim unutturdu bana korkularımı, görünmeyen bir el sildi yüreğimdeki telaşı...

Böylece kulak verdim rüzgar dostumun binlerce kavak yaprağı ile dallarına sırf benim için söylettiği şarkılara...

Bir süre sonra üşüdüğümü hissettim, artık evime dönmeliydim...

Teşekkür etmek icin kaldırdığımda başımı gökyüzüne, Allah sizi inandırsın ben inanamadım gözlerime! Kıpır kıpır sallanıyorlardı karşımda capcanlı...
Kimi hâlâ yeşildi, kimileri çoktan sarı...
Birbirinden güzel, yüzbinmilyon kavak yaprağı...

Üstelik bilerek bu gün-yarın olacağını toprak, hayat doluydu her bir yaprak...

Ve sanki bu güzellik yetmezmiş gibi bana, bir kırlangıç sürüsü vardı biraz daha yukarılarda...

Hemen, gözlerimden kaybolmalarını beklemeden "Hayırlı yolculuklar" diledim... Sonra her şeyi unuttum, nefesimi tuttum... Vedanın bu en güzel halini izlemeye koyuldum...

Ağır ağır uçtular önce arka arkaya... Sanki geride bıraktıklarından ayrılmak istemiyor gibiydiler ama "Gitmek" değil miydi onların kaderi... Dost bildikleri rüzgara teslim olup kahramanca, süzülerek yok oldular...

"Tanrım!" diyerek iç geçirdim "Bu bana ne güzel bir hediye... Çok teşekkür ederim!"

Sonra toparlandım elbette verdim ağzımın payını!

"Kızım!" dedim "Fasulye nimettir ama sen kendini ondan sayma... Yaradan sevmiş yaratmış, seninle ne alaka?
Sen, zaman zaman işte böyle, ancak şahit olursun O güzelliğe..."

26 Ekim 2010 Salı

Tellal Deve Berber Pire


Devenin nerede tellal, pirenin neden berber olduğunu ben hiç anlamadım. Kimseye de soramadım ama.
Ben küçükken hayatı masallardaki gibi sanırdım.

Çok uzaklarda bir yerde, güzel bir memleket ve bir orman vardı, peri padişahı olmasa da kötüler cezalandırılır, iyilik yapan, doğru olan hep kazanırdı.

Bir varmış bir yokmuş denilince, sihirli bir dünyaya açılırdı kapılar, hayalimde zümrüt yeşili ağaçlar, ucsuz bucaksız tarlalar, çalıskan ve mutlu insanlar görürdüm...
"Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde..." Bir tekerleme değil bir bilmeceydi bence.
Çözemeden büyüdüm.

Her sabah; "Türküm, doğruyum, çalışkanım..." Diye haykırdım. Açık ve temizdi küçücük anlım, onurlu dimdik başım... Sonra su gibi geçti yıllar, çabucak ilerledi yaşım.

Bin kere düştüm, bin kere kalktım. Yamuldum doğruldum, tekrar yola koyuldum. Bazen çok yoruldum, yolun kenarına oturdum. Arkada bıraktıklarıma baktım, kaybettiklerime ağladım. Dizlerimden akan kanı, yüreğimde yaraları, gözlerimden dökülen yaşı herkesten sakladım...

Ayakta durabilmek, gerçeği görebilmek kolay oldu sanma, ne bir Alaaddin vardı etrafta ne de bir sihirli lâmba... Hem cahildim hem de inat, kibirli bir keçi gibi... Hatta biraz da ukala... İtiraf ederim ama aramızda kalacaksa...

Gel zaman git zaman, hiç beklemediğim bir anda bir dev çıktı karşıma. Ben hayretler içinde kendimi rüyada zannederken, ayaklarım birden kesiliverdi yerden. Dev ısrarla tekrar ediyordu "Dile benden ne dilersen!"

Kaybedecek vakti yoktu, yakışıklı dev sürekli;
"Lütfen acele et!" diyordu
"Güneş 3 kez ardarda doğmadan önce bilmeliyim, aksi halde öleceğim!"

Pamuk prensesin üvey annesi gibi taş yürekli değilim ki, göz göre göre ölüme razı olunur mu?
"Dileğim senin sağlığındır!" diye kekeledim. Zaten düşünmekten aciz, büyülenmiş gibiydim.

Çocuklar gibi sevindi koca dev, sarıldı ellerime
"Teşekkür ederim!" dedi "Hayatımı kurtardın, iyiki sana rastladım!"

Ben o gün, kendi cesaretimin sarhoşu ve gerçek bir masal kahramanıydım.

Uçmak için devler ülkesine, şartlar öyle gerektiriyor diye, tıkadım kulaklarımı her şeye, yumdum gözlerimi iyice. Ancak uçus bitince, merağıma yenildim, nereye geldiğimi bilmek ve görmek istedim. Daha aralarken kirpiklerimi açıldı gözlerim faltaşı gibi.

Aman Tanrım ne göreyim, ne gökte, ne yerdeyim! Ben devin kucağında, meşhur Kaf dağının ardında, kuş uçmaz, kervan geçmez bir çöldeyim...
Meğer dev yolunu şaşırmış Kaf dağından aşırmış...

Mutlu olmak zordu çölde, öylesine yaban elde, derken günün birinde dev başladı güneş altında kalan kardan adam gibi erimeye... Ne adaklar, ne kurbanlar, ne de her gün kırk kere, kırk gün, kırk gece iyileşmesi için edilen dualar... Hiç bir şey işe yaramadı, çok geçmeden devin büyüklüğünden eser kalmadı. Gözlerimi kamaştıran o parlak ışık mum gibi söndü, her geçen gün biraz daha küçüldü ve yavaş yavaş öldü...

Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim...
Yani yola devam ettim. Galiba geride kalan artık sıradandı, önemli olan yaşananlardan ders almaktı. Belki de bütün mesele, sihirli dostluklarda masalların karışmasıydı gerçeğe...

Aslında demek istediğim, kendi beceriksizliğime gençliğim olsa da mazeretim, herkes kendi yönünü kendi seçmeli... Ve seçerken bilmeli ki, çayır çimen olacağı gibi, kumlu ve taşlı da olur yollar, hatta bazen de dikenli...

Seval

12 Ekim 2010 Salı

Seval'ce


"Gökyüzü herkesindir!" dediğinden beri şair, ben tuttum aldım payıma düşeni. Sonsuz mavisini hediye bildim, bulduğum her yerde sevindim. Bulutların en beyazları oyun arkadaşım oldu, onlarla çok eğlendim. Bugün bile yağmur yüklü grileriyle nerede görsem dertleşirim...

Ayın her şekli bir başka büyüler beni. Gecenin karanlığı gizledi, utanıp kızarmalarımı yabancı gözlerden.

Gözüme ilişmeye görsün yıldızlar, döküveririm oracıkta içimdekileri, hem de ışık hızından bin kere daha süratli... Küçüklüğümden beri böyle alışmışım, sorun isterseniz, her biri tek tek, milyon tane sırdaşım...

Güneşi uzaktan sevmeyi tercih ettiğim için gayet sakin geçti birlikteliğimiz. Sicaklığın da fazlası zarardı, ben hiç üstüne gitmedim.

Yağmuru çok sevdiğimi söylemiş miydim? Babamı hatırlattığını bana, ve de kutsal bereketi... O yağar ben şükrederim.

Gençler bilmez belki, "Su gibi aziz ol!" derdi eskiden büyükler, ben de lafın gelişi sanırdım. Yaşlandıkça anladım suyun hayat olduğunu ve değerini. Bitkilerin, arıların, kuşların, kelebekler ile sincapların... Öğünmek gibi olmasın, her biri çoktandır uzaktan akrabalarım...

Akarsuların bendine sığmayan çamurlu ve hırçın coşkusu her seferinde korkuttu beni doğrusu. Ama belli etmedim elbet... Yani, olsa olsa seviyeli bir mantık ilişkisiydi aramızdaki muhabbet... Sanıyorum onlar benden bihaberdiler, bendeki de sadece minnet!

Bilmem hiç bahsetmiş miydim, yüce dağlara hayranlığımdan, her karşılaştığımızda göğsümü daraltan heyecan dolu korkudan... Yahut denize duyduğum aşktan?

"Işte Yaradanın muhteşem gücünün zerresi!" derim kendime o zaman "Ve sen zavallı insan! Bir kum tanesi bile değilsin evrende aslında... Ya utan yaptıklarından ve durul, ya da boş yere kalabalik etme de kaybol!"

Yok canım, bahsetmemişimdir herhalde. Hem demezler mi, "Görmek isteyene kapının önündedir keramet!" benimki öylesine kendi kendime gevezelikten ibaret... :)

Seval

28 Eylül 2010 Salı

Seval'ce -Hazan-


Yaz bitti.
Şimdi sonbaharı karşılama zamanı.
Baharda bir mucize gibi doğan tomurcuklar, büyüdükçe yeşeren
dipdiri yapraklar sararıp solup yeniden sessiz sedasız toprağa karışacaklar.
Zaman o zaman.
Evimizin önünde kapıları çalmaya hazırlanan hazan...

Kırlangıçlar ve leylekler bizi çoktan terk ettiler.
Yolları açık olsun, İnşallah seneye yine gelirler...

Her gün daha sert esen rüzgarı sevgiyle selamlamalı şimdi.
Az çabalamıyor çekmek için dikkatimizi.
O estikçe, rengarenk uçurtmaların mutlu sahipleri sevinmeli, görkemli dallara ince uzun kavaklara söylettiği şarkılara yetişkin yürekler kulak vermeli...

Yaz bitti.
Yakında yağmurlar başlar, başlar da dinmek bilmez bir türlü hani.
İnsanı nasıl bir kasvet basar Ya Rabbi.
Sinirler gerilir, şehirlerde trafik kilitlenir.
Öfkeli bir koşuşturma başlar, yağmurlu havalarda her zamandan farklı.
Halbuki geleceğe umuttur, berekettir mübarek elbet yağmalı...

Yaz bitti.
Kışın habercisi olduğu için ayrıca sevmeli Sonbaharı.
Gözünü gönlünü uyarana insan şükran duymalı.
Gelecek zor ve soğuk günlere hazırlanmalı.
Sonbahar geldi, biraz daha sokulmalı sobaya, sıcak düşler kurmalı.
Tarhana çorbasının lezzeti hatırlanmalı ocak başlarında...

Seval'ce

9 Temmuz 2010 Cuma

Seval'ce


Geçenlerde dayanamadım sordum; "Gurbet sen nesin, kimsin, nerelisin?"
Şaşırdı merakıma; "Tanımadın mı? Ben senim, senden geldim!"

Biraz korktum mu ne, titredi sesim; "Hep mi kalacaksın, hep benim misin?"
O kendinden çok emindi, cevap verdi; "Tabii, çünkü beni sen seçtin!"

İtiraz ettim hemen; "Ben mi? Küçüktüm herhalde o zaman, bilemezdim!"
Yanıtı gecikmedi; "Sonucunu bilseydin, çok şeyi istemezdin!"

"Evet" dedim usulca; "Ne çok yandı canım."
Ardından ekledim inatla; "Ama olsun, düşmeden nasıl kalkardım?"
Alaylıydı bu defa; "Sevin o zaman." diyen sesi,
"Çünkü düşüp kalkmaların hâlâ bitmedi."

Eğildi başım göğsüme, ne denir ki doğru söze…
Bir süre sustuk ... Belki yanlız bir kaç saniye, belki binbir sene...

İlk konuşan ben oldum; "Yaşlı ve yorgunum ben! Ne olur sanki gitsen! Bitsen..."
Galiba dürüsttü; "Bu mümkün değil! Kusura bakma!" derken.
Sonra hatırladım birdenbire; "Hani sen bana sadece misafirdin?"
Güldü cahilliğime; "N´olmuş, sen de öyle değil misin?"

Ukalaya bak hele, derhal emrettim; "Kalacaksın anladık! Bari artık canımı yakma!"
Acıyarak baktı bana; "Bıçağa "kesme", rüzgara "esme" der gibisin, yahut suya "akma!"

Çok kızmıştım bu kadar gerçeğe, "Git artık!" diye haykırdım öfkeyle… "Git başımdan be, biraz da başkalarının ol!"
Çattı kaşlarını bu sözlerime; "Ayıp ettin ama şimdi! Ne demek, kendi yükünü başkasına göndermek? Yakıştı mı sana, yazık değil mi onlara?"
Utanarak itiraf ettim; "Tamam, biraz ileri gittim... haklısın haklı olmasına..."
Oralı bile değildi azarlarken beni; "Herkesin gurbeti kendinindir! Bunu bilmez gibi konuşma!"

Gördüm yenildiğimi, adeta yalvardım; "Hiç değilse saklan yüreğimde bir yerde, ikide bir ortaya çıkma!"

"Tamam!" dedi, gayet memnun bir şekilde; "Anlaştık! Ama sakın unutma, ben sana çok şey kattım varlığımla!"

Atınca tepemdeki sigorta; "Ayol!" dedim "Hain gurbet! Bir kere seni ben yarattım! İsteseydim bana çok şey katan o varlığını zerre kadar umursamazdım!"

Altta kalır mı hiç, yapıştırdı cevabını; "Bana hain diyen inatçı keçi!" "Bensizlere dön bir bak! İster miydin gerçekten onlardan biri olmak?"
Ay yine haklı çıktı serseri! "Amaaaan!" dedim bu defa "Çok bilmiş şey seni... Zaten seninle sohbet edende kabahat!.."
09 Temmuz 2010
Seval’ce

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Adsız Dedi Ki...


Masmavi gökyüzünde dizilen
İrili ufaklı köpük yığınları
Yıllardır şaşkınlıkla izliyorlardı,
Altlarında yaşanan telaşı...

Ama nasıl şaşırmasınlar,
Tanrı´nın bir zamanlar
Özene bezene yarattığı yerde
Ne kadar azdı, gülen yüzler, mutlu insanlar...

Birçok ağlayan vardı, gözyaşları dışarı akmayan...
Korku dolu yüreklerin çığlıkları duyulmayan...
Olmasaydı bilmeden sakladıkları umut kırıntıları...
Oracıkta kopar düşerdi, birbirinden kırık kanatları...

Sevgi-saygı, hoşgörü, şefkat ve cesaret...
Yüzyıllardır maalesef hep laftan ibaret...
Aşkı tanımadan, dostluğu öğrenmeden,
Karşılık beklemeden, vermeyi bilmeden,
Yenebilir mi kötülüğü, merhamet?..

Ağlayan onlardı, ağlatan da...
Yapan da onlar, bozan da...
Sayılı günleri gelip geçerken hızla
Kuma gömdüler başlarını
Olmamak için farkında...

Üzüldü bulutlar gördüklerine...
Bir süre yer değiştirdiler gökyüzünde...
Bazısı dayanamadı bu kedere
Çözüldü, karıştı gitti, sonsuz maviye....
Kalanlar birbirlerine baktılar esefle...
"Keşke" dediler, "elimizden bir şey gelse..."

Ilık bir esintiyle yaklaşan rüzgâra sordular
"Ne yapsak da insana yardımcı olsak?"

Rüzgâr dedi; Boş verin! Ben her şeyi denedim!
Onlar,
İflah olmaz çocuklar...

Seval'den
07 Temmuz 2010

26 Şubat 2010 Cuma

Seval'ce


Vefa

Gönül borcudur vefa, ölçüsü olmayan.
Sevgiyle birlikte doğar, sevgiyle yoğrulur...

Aşk eğer alevse her şeyi yakıp tutuşturan,
Yananın yanmaktan yorulması doğa kanunudur.

Yorulan alevler kora dönüşür de,
Daha derin, daha içten, daha çok yanar...

Dokunduğu yürekler ısındıkça,
Aşkın sevgiyle karışmış hali ortaya çıkar...

Sevgi, verdikçe artan, dağıttıkça çoğalandır.
Büyüdükçe nur olan, yol gösteren ışıktır.

Zaman rüzgarı esince korlar sönse bile,
Yaşanmışa saygıdır vefa, küllere duyulan aşktır...

By. Seval

18 Kasım 2009 Çarşamba

Koca Çam 3


"Dur bekle yahu!" diye israr etti koca çam, "Hemen anlamı yok deyip kestirip atıyorsun!"

Şaşırma sırası meşe ağacındaydı şimdi. "Ne var, ne istiyorsun?" diye sordu büyük çama, biraz da çıkışır gibi;
"Hoşça vakit geçirmek için benim vaktimi çalma..."

Koca çam elinde olmadan gülümsedi ve "Allah aşkına bizim vakitten bol neyimiz var?" diye sorarak başladı sözlerine ve meşenin itiraz etmesine fırsat bırakmadan ekledi "Bak nasıl da sessiz ortalık, üstelik uzun bir süre ne bir gelen olacak, ne de giden... Seninle ben şu bahcede yıllardır yanyana yaşadık birbirimizi tanımadan, bir selam bile vermeden! Oysa çok iyi iki dost olabilir, birlikte büyüyebilirdik... Sonuçta aynı topraktan beslenıp, aynı yağmurla yıkanıp, aynı güneşle ısınmıyor muyuz? Eğilip baksak köklerimizin çoktan birbirine karıştığını görmez miyiz?.."

"Nasıl yani ya... Seninle ben... Dost... İkimiz... Ne demek bu şimdi?" derken iyice sersemlemiş gibiydi meşe...

"Evet!" dedi koca çam, "Seninle ben! Az önce yanlızlıktan şikayet etmiyor muydun? Işte sana, ben varım, ben buradayım diyorum!"

Ben de en az meşe ağacı kadar şaşkındım, işittiklerime inanmakta zorlanıyordum. Koca çam ağacı dile gelmis benim sevgili meşemle dost olmak istediğini söylüyordu! Bulunduğum yerde kıpırdamaktan bile acizdim. İçimden sessizce "Tanrım inşallah şimdi patronum çıkagelmez!" diye bir dua geçirdikten sonra büyülenmis gibi ağaç-ağaca sohbete kulak misafiri olmaya devam ettim. O noktadan sonra benim ne söze karışmam, ne de pencereden uzaklaşmam mümkün değildi...

"Ama sen bir çamsın!" derken meşe ağacı, dağılan düşüncelerini yeniden toparlamak ister gibiydi... "Sen hep güzel, hep yeşilsin! İnsanlar en çok seni severler, Noellerde bütün bahçelerde, şehir meydanlarında, evlerinin içinde bile seni süslerler... Kusura bakma ama seninle ben çok farklıyız, sen benim bir şeyim olamazsın! Ben kendi yeşil yapraklarımı istiyorum, beslediğim sincaplarımı, kuşlarımı, böcekleri!.. Onlarla yaşamak istiyorum! Ben onlarla mutluyum! Bunca güzelliğine rağmen senin doğru dürüst yapraklarin bile yok, bahsettiğim mutluluktan haberin nasıl olsun? Bilmediğin bir şeyi, bulup bulup kaybetmenin acısını nasıl anlayacaksin?"
Sesinden yaşadığı hayal kırıklığı o kadar belliydi ki, içim sızladı.

Seval
18 Kasım 2009 Çarşamba 11:08

Devamı var

Koca Çam 2


Benim gönül gözüm, çalışma masamdan her başımı kaldırıp pencereden dışarıya baktığımda nedense büyük çamı görmeden, yanındaki küçük meşe ağacına odaklanırdı.
Koca çamın bu ani müdahalesi beni öylesine şaşırtmıştı ki, ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden oracıkta kalakaldım.
Allahtan bir şey söylememe, yahut araya girmeme gerek kalmadı. Meşe ağacının hüzünlü bir halde dallarıyla sesin geldiği yöne doğru hafifçe eğildiğini görünce pür dikkat olacakları izlemeye koyuldum.

Meşe ağacı eğilmişti gerçi kendine seslenene doğru, ama o kadar kayıtsızdı ki etrafına, bir an cevap vermeden suskunluğuna geri döneceğini düşündüm. Acıyla kısılan bir sesle;
"Hadi oradan, sen mi beni anlayacaksın?" diyerek mırıldandığını işitince, yanıldığımı anladım.

Koca çam da duymuştu meşenin onu hafiften küçümseyen sözlerini. Ama yanıt veren sesinde güceniklik değil, büyük bir şefkat vardı.
"Anlardım tabi! En azından denerdim, keşke bana biraz olsun güvenseydin!" dedi gayet net bir şekilde.

Beklemediği kadar yakınından gelen bu samimi sözleri yanıtsız bırakamazdı meşe ağacı, benim oradaki varlığımı ikisi de tamamen unutmuş gibiydiler.

Sinirlendiğini belli etmemek icin silkediği dalların iyice gerdikten sonra dönerek; "Sen mi?" diye tekrar etti meşe, sesinden duyduklarına inanmadığı o kadar belli oluyordu ki, "Sen mi beni anlardın, çam değil misin sen? Hani şu hep yeşil ve hep giyiniklerden! Senin gibilerçıplak kalmayı, her yıl yaprak dökmeyi bilemezler!"

Bu sözleri bekliyor olmalıydı koca çam, yanıtını geciktirmedi; "Evet!" diyerek başladığı cümlesini sükunetle bitirdi. "Evet, benim yeşilim hiç gitmiyor, bu doğru...
Benim yapraklarm her yıl dalımda kalıyor, bu konuda senden daha şanslı olmalıyım! "

"E, gördün mü bak!" derken meşe ağacı haklı olduğunu muhatabından duymanın hoşnutluğu içinde gevşetti dallarını. "Seninle konuşmanın bir anlamı da yok o zaman!"

Seval

17 Kasım 2009 Salı 17:10

Var devamı var...

17 Kasım 2009 Salı

Koca Çam 1


Kapalı bugün yine gökyüzü, koyu gri bulutlar güneşi görmemize engel oluyorlar. Yağmur, günlerdir durmadan kah şiddetli, kah hafif ama inatla ara vermeden yağmaya devam ediyor...

Bana göre hava hoş! Fakat soğuk rüzgara direnen ve en son yapraklarını da kaybeden ağaçlar derin bir karamsarlığa kapıldılar. Yıllardır yaşadıkları değişimlerden, bir bulup-bir kaybetmelerden öyle usanmışlar ki, bu yıl hiç olmadığı kadar hüzünlüler.

Duyduğuma göre, sessiz isyanların hiçkimseye faydası olmadığını gördükleri için çaresiz susmak zorunda kalmışlar.
Uydurmuyorum, penceremden gördüğüm meşe agacının bana anlattıklrı bunlar.

"Bitti iste!" Diyordu geçenlerde, "Gitti yine güzelim yemyeşil yapraklarım, mis gibi palamutlarım...
Bak, dallarımda neşeyle hoplayan sincaplarla, cıvıl cıvıl şarkılar söyleyen kuşlarım yok artık...
Gövdemde kıpır kıpır koşuşturan böcekler de...
Hani, yaz boyu köklerimi gıdıklayan karıncalar nerede?..
Hatta son haftalarda düşen yapraklarımın altına saklanan kirpiler bile beni terk ettiler...
Herkes çekti gitti, bir kere daha bitti hayat... Bir ben buradayım, daha doğrusu benden kalanlar... Hepsi bu kadar... Hepsi bu gördüğün kuru dallar!..
Keşke ben de alıp başımı, dalımı-yaprağımı çoook uzaklara gidebilseydim...
Ama ben, hep kalmaya mecburum...
Ve olacakları kabullenmeye mahkum..."

Üzüldüm ağacımın haline, onu zorlayan kaderine, ama elden ne gelir...

Bir iki yutkunduktan sonra tam "Yine yeşerecek dalların, hayat o en güzel haliyle sana geri dönecek, bugün kaybettiğini sandığın herşeye kavuşacaksın. Üzülme..."

Demeye hazırlanırken, meşe ağacının hemen yanında tüm azametiyle dimdik duran koca çam ağacı girdi araya.
"Hey sen!.." dedi, benim orda olmamı hiç umursamadan
"Sen bana bunları neden hiç anlatmadın? Yoksa aynı bahçede olduğumuzu görmüyor musun? Yanyana ekilmiş olmamızı tesadüf mü sanıyorsun?.."

Devamı var


17 Kasım 2009 Salı 13:20
Seval

24 Şubat 2009 Salı

Seval'ce



Ben burada ne yapıyorum? Neden geldim, niçin buradayım? Kaderime (ki, kader mi - değil mi orası da tartışılır ya) boyun eğmeyi, bir kere daha benden beklenileni yapmayı, benden istenileni vermeyi, ben istiyor muyum? Neden hiç istemediğim, hatta en minicik hücremde bile isyan uyandıran bir eyleme razı oluyorum?

Uzun zamandan beri yanlışlar içindeyim, tamam bunu kabul ediyorum ama birçok yanlışı daha büyük bir yanlışla mı düzelteceğim? Kaç yanlış bir doğru eder? Ya sonra? Sonra ne olacak? Ne değişecek? Ben! Evet, ben değişeceğim, kendimden daha çok nefret edeceğim, her aynaya baktığımda kendi gözlerimden kaçmaya çalışacak ve bunu beceremediğimde de yüzüme tüküreceğim... Gözpınarlarım kuruyana kadar ağlayacağım... İyi de, bunun karşılığı ne olacak? Nasıl unutacağım? Kendimi nasıl affedeceğim? Pişmanlıklarımı kiminle paylaşacağım, kiminle dertleşebileceğim? Kimim var? Tanrım? Yanımda mısın? Ne olur beni affet, yalvarırım... Sen bir akıl ver, bir yol göster...

Neden geldim diyorum da belki de sormam gereken asıl soru "buraya nasıl geldim?" olmalı. Sahi ya, bugüne nasıl vardım ben? Seninle başladı ya herşey, seninle başladı ya hayat! Seninle ne zaman, nerede? Hatırlıyor musun? Yıllar önceydi hani ben daha çocuktum, sen de daha bıyıkları yeni terlemiş ince uzun bir delikanlı...

Neden soruyorum ki sen hatırlamazsın, biliyorum. O günleri unutmayan benim, sen değil! Sadece ben...

O zamanlar sen babanı yeni kaybetmiştin, acılı, sessiz ve mahsundun ama yine de bana takıldığında gözlerin gülümseyerek bakardın biliyor musun? Hiçbir şeyim olmadığın halde-öyle- sanki sevgi dolu bakardın ya işte, o bakışlarınla her şeyim oldun sonunda...

Ve bugün? Bugün neyimsin? Benim olan bir yerin var mı? Hiç oldu mu peki? Ne çok soru varmış içimde hepsi de cevapsız kalmaya mahkum. Bilmiyorum, anlamıyorum artık kendi kendimi bile anlamıyorum. Cahilim ben, bak bu çok doğru, çok cahil. İlkokuldan sonra okula da gitmedim zaten. Ama bu benim kendi kararım değildi. Bana o zaman "Git kızım, devam et, oku, doğruyu-yanlışı öğren, kendini geliştir!" diyen biri olmadı. "Kız kısmının okul nesine?" dediler, ben de itiraz bile etmedim. Hiçbir şeye itiraz etmediğim gibi... Düşünmedim bile.

Hem dedim ya, daha o zamanlar aklıma düşmüştün sen. Karşılaştığımızda tatlı tatlı bakar gülümserdin bana, ben o çocuk aklımla başka bir aleme giderdim sanki o tebessümle. Öyle isterdim ki, o gözlerin hep bende kalsın, o gülücük de yüzünde...

Bu istek zamanla benimle birlikte büyüyen büyük sırrım oldu, sonra da tüm benliğimi eline geçiren büyük tutkum. Ben farkına bile varmadan... Ben beni, bulamadan kendimi yaşamadan, senin olmuştum bile çoktan....
Sana olan tutkunluğuma tek özürüm, belki sevilmeyen bir çocuk olmam. Bugünkü aklımla bulduğum mazeretim ise sadece yenmeye çalıştığım yanlızlığım...

Hani hiç kimsenin ilgilenmediği küçücük kız çocukları vardır ailelerin... Hani sevilir belki de, bu ona pek bildirilmez, gösterilmez. İnsanların duygularını saklamayı marifet bildikleri, töre ve adetlerin etkisiyle göstermeyi ayıp saydıkları ailelerin istemeden düşünmeden doğurdukları çocuklardan biri...

Babasının karşısında korkuyla karışık bir saygıyla titreyen, her zaman uysal annesini gördükçe daha çok ürkekleşen, yerden gözlerini, bükük boynundan başını kaldırmaya korkan küçük bir kız...

Çok erken yaşlarda öğrendim ben başım eğik, gözlerim yerde olunca babamın beni daha çok sevdiğini, annemin daha memnun olduğunu. Sesimi çıkartmaz, karşı çıkmazsam ikisinin de gözleri daha bir şefkatle bana bakar gibiydi. Korktuğumdan değil ama asla (hiç bir şeyden korkmadım ben!) sadece beni sevmelerini istediğim için oynadım istedikleri oyunu. Kazandım mı? Sevdiler mi gerçekten beni? Bilmiyorum.

Hiçbir şey bilmiyorum artık, ama... Bildiğim bir şey var ki, kendimi bildim bileli sen vardın bende ve ben seni hep sevdim. Ve yalnız seni severek büyüdüm... Seni görmek için ilk defa kaldırdım başımı eğdiğim yerden, seni doyasıya görebilmek için diktim gözlerimi gözlerine... Senin bana yine öyle yıllar önce baktığın gibi bakman için, gözlerindeki o ışığı, beni ısıtan o sıcaklığı görebilmek için neler vermezdim neler...

Ama bir dakika, bir dakika ya, verdim de be! Verdim ulan! Bende ne vardıysa verdim! Seve seve verdim, gönüllü verdim, kendimden çaldım sana verdim! Karşılık sormadım, sevgini görmedim, kırıntılara razı oldum! Değerlerimi hiçe indirdim, hepsini sana kurban ettim... Hep verdim ama yine de yetmedim, bir türlü memnun edemedim...

Şimdi sen benden bebeğimizi öldürmemi istiyorsun! O ölürse benim aşkım yaşayacak mı sanıyorsun? O günahsız masum ölünce mi beni seveceksin? Almaya doymadın, istemeye de bıkmadın! Yıllarım geçti senin için, sensiz ve nedense hep kaldım yetersiz... Sırada ne var, daha neyimi isteyeceksin? Verecek bir tek cevabın var mı? Şerefsiz! Erkeksen dürüst ol benimle, açıkça yüzüme ölmemi istediğini söyle! Gözünü bile kırpmadan beni buraya getirip bu kasaba teslim ettin ya... Benden günah gitti bilesin... Aklım başıma bir geldi ki, kork artık benden bundan böyle...

Not: Bir zamanlar, evli sevgilisinin kürtaja zorladığı bir kadının duygularını kendimce anlatmaya çalışmış yazıya dökmüştüm, eski dosyalarımı karıştırırken buldum, sizinle de paylasmak istedim...

By;Seval

Seval'ce


Bahar gelemedi bir türlü, hüzünler çöktü şehre...

Hava çok kasvetli bugün. Kurşun gibi ağır, kurşun rengi dev bir bulut gelmiş dün gece, bütün şehri kucaklamış, sarıp sarmalamış... "Bugün benimsin!" dercesine, sevdiğini yabancı gözlerden bile sakınan kıskanç bir aşık gibi sımsıkı, kolay kolay çözülmeyen, gözle görünmeyen hoyrat kollarıyla... Hüzünlü olduğu kadar hırçın ve korkularla yüklü bir sarılma bu, güneşinkine benzemeyen... Bir de hasretlik var havada her alınan nefesle insanın içine dolan, genzini yakan... Bunca özlem kime, neye bu hasret? Bilmiyor...

Bugün gökyüzü mü bana benziyor ben mi ona? Gözlerim o dev bulut gibi dolu dolu, dokunsalar ağlamaya hazır... Ama akmıyor yaşlarım terketmiyor pınarlarını sabırla bekliyorlar. Tıpkı gökyüzünün bekledigi gibi. O an ne zaman? Bunu bilmiyor, sadece gelmesini bekliyor...

Kimbilir belki bir kuşun kanatlarını çırpmasını, rüzgarın hafiften her çiçeği okşayarak esmesini, belki açık bir pencereden güzel bir melodinin yükselmesini, bir çocuğun gülmesini, bir kadın yüreğine kulak vermesini... Bilmiyor, bekliyor. Ne olduğunu, ne zaman geleceğini bilmediğini neden bekler insan?..

Ya gökyüzü? O beklediğini bile bilmiyor... Kaybolmuş kendi hüznünde. Sessizlik, zaman zaman uzaklardan geçen araçların motor uğultusuyla bozuluyor, bazen de bir uçağın daha güçlü gürültüsü duyuluyor... Birkaç saniye boyunca mekanik bir hışırtıyla yırtılıyor o görünmeyen kalın örtü. Ama hemen ardından yine suskunluk alıyor insanları eline, derin bir sessizlik hakim oluyor şehre, sarılıyor yine koyu duman renkli dev bulut sımsıkı sevdiğine. "Benim ol, benimle kal!" der gibi,yalvarıyor umutsuz...

Bugün bu şehir hüzünlü. "Neden ben?" diye isyanlarını haykırmak istiyor avaz avaz... Hangi kulaklara ulaşacağını bilmiyor, üstelik sesi de çıkmıyor. Biliyor ki, bütün çırpınışlar boşuna, yorulduğu yanına kâr kalacak çünkü, o böyle günlerde yenilmeye mahkum... Biliyor da bilmek yetmiyor, hiç engel olmuyor içinden yükselen acıyla gözlerinin dolmasına... Ve kimbilir kaçıncı kere yenik düşüyor...
Bitkin ve yenik...

Şehirde herkes susmus bugün. Gökyüzü kadar sessiz binlerce insan sadece nefes alıp vermekte, çoğunun içinde sonsuz ve bilmedikleri o hüzün. Her biri kendince bir şeylere hasret, hepsi beklemede... Gözleri dolu dolu, bir dokunan olsa seller gibi akacak yaşlar... O kadar hazırlar... Akanlar da var belli belirsiz ve derinden derine sessiz...

O yaşlara aittiler, ne olduğunu bilmeden bekleyenler, sabırsız ve ne zaman geleceğinden habersiz. Susmus dilleri çoktan, susturulmuş kanayan yürekleri de diğerleri gibi... Suskun ve yaslı... Yürekleri sağır eden çığlıklara karışan gözyaşları yağmur gibi, bulutların gözyaşı değil miydi zaten yağmur taneleri? İlk toprağa kavuşanlarsa en sabırsızlar, ilk hasretliği giderenler aynı zamanda ilk feda olanlar, sevdalarıyla buharlaşıp gönüllü uçanlar... Toprak bile çatlarsa hasretiyle, insan yüreği nasıl dayanırdı böyle beklemeye? Çaresizdi işte... Neden? Neden ben de? Diye soracaktım, soramadım...
Korktum...
Yine sustum...

By;Seval

10 Ağustos 2008 Pazar

Günebakan


Ayçiçekleri,
Aşıktırlar güneşe.
Tüm yaşamları güneşi arama ve güneşe kavuşma ümidiyle geçer.
Narin bir beden,zamanla ağırlaşan çiçeğini sevdalı olduğu güneşe sunabilme umuduyla uzar, uzar, uzar...

Bu sevdanın onu yakacağını, yanacağını bile bile uzar...
Uzadıkça yakınlaşır sevdiğine, kana kana çeker içine tüm sıcaklığını o hayat veren sarı ışıkların...
Nihayet aşkın doruklarına vardığında taze yeşil canının her damlasıyla sonsuz mutludur günebakan...
Belki bu mutluluğu taşıyamadığı için eğilen başıyla, aşkın yakıp kavurduğu incecik bedeni olur kuruyup ondan geriye kalan...

Kısacıktır yaşamı,ama aşkla geçer, aşk kadar anlamlı...


No Name başlar Seval noktalar...