Nazım Hikmet Ran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazım Hikmet Ran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2016 Salı

Davet

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.


Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
                          Nazım Hikmet Ran

7 Ağustos 2015 Cuma

ÖLÜME DAİR


Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
               kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
                                                 kömür küfesiyle beraber
                                                                          ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı naaşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
                                                      simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
                            iki gözüm,
                                            merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
                            tabutunuzun
                                                toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilaç şişesidir
                        rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
                                          ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
            herhangi bir şahın bir gemi ambarında
                                             bir kömür küfesiyle öldüğünü?...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
                            nereye gidiyorsunuz?

Nazım Hikmet

7 Kasım 2014 Cuma

Ben Sen O


O, yalnız ağaran tanyerini görüyor
ben, geceyi de...
Sen, yalnız geceyi görüyorsun,
ben ağaran tanyerini de..
Nazım Hikmet

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Çekilmez Bir Adam

çekilmez bir adam oldum yine : 
uykusuz, aksi, nâlet. 
bir bakıyorsun ki 
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum, 
sonra bir de bakıyorsun ki 
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü 
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün. 
ve beni çileden çıkartıyor büsbütün 
kendime karşı duyduğum nefret 
ve merhamet... 

çekilmez bir adam oldum yine : 
uykusuz, aksi, nâlet. 
yine her seferki gibi haksızım. 
sebep yok, 
olması da imkânsız. 
bu yaptığım iş ayıp 
rezalet. 
fakat elimde değil 
seni kıskanıyorum 
beni affet...

Nazım Hikmet

18 Haziran 2014 Çarşamba

Şeyh Bedrettin Destanı ( 9.ve 10. Bl)



9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                            sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
                         boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
     kayalardan
                 iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın:
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
                         çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
           Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
                                                                          ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
                     kızmadan
                                gülmeden.
Baktı dimdik
                  dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
                     fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
                 bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
          sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
           - bire
kayalardan dökülür
                    gökten yağar
                                    yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
                                                                        çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
                            baş açık
                 yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
         Sakızlı Rum gemiciler,
                              Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
                                            saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
                                         her yerde
                                                       hep beraber!
                                          diyebilmek
                                            için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
                 dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
                                   kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
                                             eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
                            zarurî neticesi bu!
                                                      deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
          o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
                                             der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
                              yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*

10.
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
                yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
            yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
            dediler ona:
«— Daha pazar
             kurulmadı
                              kurulacak.
Esen rüzgâr
         durulmadı
                        durulacak.
Boynu daha
            vurulmadı
                            vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
                               Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
                 De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
                                       Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
           kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
                          var git işine!..»
Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
                       gün ağarıyor.
                  Cellât Ali,
                                   Mustafayı
                                               çağırıyor!
                Var git al atlı yiğit
                                          var git işine!..»
Dedim: «— Dostlar
                    bırakın beni
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    göreyim onu
                    göreyim onu!
                    Sanmayınız
                    dayanamam.
                    Sanmayınız
                    yandığımı
                    el âleme belli etmeden yanamam!
                    Dostlar
                    "Olmaz!" demeyin,
                    "Olmaz!" demeyin boşuna.
                    Sapından kopacak armut değil bu
                                             armut değil bu,
                    yaralı olsa da düşmez dalından;
                    bu yürek
                    bu yürek benzemez serçe kuşuna
                    serçe kuşuna!
                    Dostlar
                    biliyorum!
                    Dostlar
                    biliyorum nerde, ne haldedir O!
                    Biliyorum
                    gitti gelmez bir daha!
                    Biliyorum
                    bir deve hörgücünde
                    kanıyan bir çarmıha
                    çırılçıplak bedeni
                    mıhlıdır kollarından.
                    Dostlar
                    bırakın beni,
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    bir varayım göreyim
                    göreyim
                    Bedreddin kullarından
                    Börklüce Mustafayı
                    Mustafayı.»

Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
               her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
                    birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
        Dede Sultanım iriş!
                                dedi bir,
başka bir söz demedi..
 

Nazım Hikmet

8 Mart 2011 Salı

Kutlu Olsun



HOŞGELDİN KADINIM

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsemde yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.

NAZIM HİKMET

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Çok Yorgunum


Çok yorgunum
Beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın...

Nazım Hikmet Ran


http://www.dailymotion.com/video/x58dzu_cem-karaca-cok-yorgunum_music

22 Nisan 2010 Perşembe

ses



Çeneni avuçlarının içine alıp,
duvara dalıp
kalma!..
Çeneni avuçlarının içine alma!..
Kalk!
Pencereye gel!
Bak!
Dışarda gece bir cenup denizi gibi güzel,
çarpıyor pencerene dalgaları...
Gel!
Dinle havaları;
Havalar seslerin yoludur,
havalar seslerle doludur;
Toprağın, suyun, yıldızların
ve bizim seslerimizle...
Pencereye gel!
Havaları dinle bir;
Sesimiz yanındadır,
sesimiz seninledir...

Nazım HİKMET

25 Mart 2010 Perşembe

Hasret (01) ...


Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.

6 Temmuz 959

Nazım Hikmet Ran

http://www.dailymotion.com/video/x5qikn_ahmet-kaya-ayn-daldaydk_music

18 Mart 2010 Perşembe

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI


Mayısın altıncı gecesi yaralandım,
sekiz yerimden.
Yaranın ikisi hala kapanmadı,
teper vakit vakit.

İngilizle karşı karşıyayız,
gayetle yakın,
bizim el bombası onun siperine gider
gelir onunki bizim sipere...
Hücuma kalktık.
Üç adım atmadan yıkıldım yere…
Kasıklarımın üstünü biçmiş
İngiliz’in makinelisi…
Geçti bir zaman.
Başımı kaldırıp baktım:
Gökte yıldızlar…
Bizimkiler çekilmiş geri,
Boyuna ateş eder İngiliz’in siperi.
Kurşunlar vızır vızır geçer
kafamın üzerinden...
Başladım sürünüp gerilemeye.
Toprağı ellerimle iterim,
alnım gavurdan taraf…
Bir yandan sürünürüm bizim sipere doğru,
“Hey Allahım,” derim bir yandan,
“arkamdan yara aldırma bana.”
O saat
başka şey gelmez insanın aklına…

Boyuna sürtünür bana şehitler,
doğrusu ben onlara dokunurum.
Kimisi sırtüstü yatar
açık ağzı kan içinde,
kimi yüzükoyun,
kimi diz çökmüş,
elinde mavzer
öylece donup kalmış…
“Hey Allahım,” derim kendi kendime,
“öldüreceksen beni böyle öldürseydin
elimde silah
diz çökmüş,
yüzüm gavura karşı...”

Neyse gayrı sabah oldu…
İyice açıldı ortalık.
Biz de siperin yanına vardık.
Bir mavzer uzattılar,
Yapıştım süngüsüne,
Beni çekip aldılar içeri...
Sonradan hesapladım;
üç saatta geçmişim
25 metrelik yeri…

Kaldım siperde bir zaman,
İki büklüm…
Yaralar başladı sızlamaya.
Öğleye doğru beni bir arkadaşın sırtına yüklediler,
Geldik fırka nahiyesine…
Çadırlar…
Kazıklar çakılı içinde çadırların,
samanla doldurulmuş kazıkların arası.
Samanların üzerinde boy boy yaralı yatar.
Ağlayan mı dersin,
küfreden mi dinine, imanına...
Makasla kestiler benim elbiseyi,
Bir kaput attılar üzerime…
Sargı bezi yok,
Yaralar açık,
Ama Allahtan
kan akmaz;
karışıp toprakla kurumuş…

Geçti bir zaman,
Dalmışım.
Koltuklarımdan tutulunca uyanıverdim.
Çadırdan dışarı çıkarıldık.
Vakit akşam
Gün kavuşmuş kavuşacak,
Dışarım serin, içerim sıcak...
Dizilmiş mekkâre arabaları sıra sıra,
Sıhhiyeler atar yaralıları arabalara,
Üst üste,
Boş buğday çuvalı atar gibi…
Bir tek arabada on, onbeş yaralı,
Bağıran mı dersin
belki o dakka ölen mi?

Neyse yola koyulduk,
Arıburnu’nun yolları taşlık,
Arabalar sarsılır.
Bastı karanlık,
Ben sırtüstü yatarım,
Altımda bir insan gövdesi kımıldanır,
Göğsümde bir çift bacak
ama bir tekinin yarısı yok.
Bayır aşağı ineriz.
Gökyüzü tekmil yıldız,
Bir de inceden inceye bir rüzgâr,
Yürür birbiri peşinden arabalar…

Kum iskelesi’ne vardık sabaha karşı.
Bir çadır orda,
Çadırın içinden seslenir biri
(dışarı çıkmadan):
“-Nerelisin?”
“-Filân yerli”
“-Babanın adı?”
“-Falan”
“-Senin adın?”
“-Filân”
Sıra bana geldi,
Dayanılır gibi değil acıya,
Sövdüm ana avrat arabacıya…
Alışmış herif,
“Söv kardeşim” der,
“kalayla bildiğin gibi”…

Kumların üzerine uzatıldık,
Deniz fışır fışır gidip gelir.
Gayrı iyice ışıdı ortalık.
Kumların üzerinde belki bin yaralı var
belki ziyade.
Bekledik ikindi, vaktine kadar.
Bir vapur geldi:
iki bacalı,
deniz renginde…
Küfrede bağıra çağıra
yüklediler bizi vapura…
Vapurun içi mahşer,
Vıcık vıcık kan,
islim,
yağ,
ter…
Beni ambara indirdiler.
Yola koyulmuşuz,
Yedi gün yedi gece…
Kurtlandı yaralarım,
Kaputu açarım,
kara kara başları
beyaz beyaz kurtlar...
Bakarım eğilip,
Hayvancıklar akıllı,
kaçarlar beni görünce,
tekrardan girerler yaraların içine…

Yedi gün yedi gece.
Öldürmeyince öldürmez Allah…
Türkün sağlamdır naturası,
dayanır…
Sirkeci’ye varmışız sekizinci sabah,
Kaptan demiri atmış,
Ve lâkin
“Bu yanda boş yer yok,” diye istememişler bizi…
Akşam ezanı çekmiş demiri kaptan.
Gelmişiz Haydarpaşa önlerine,
Tıbbiye Mektebi hastaneydi o zaman.
Onlar, “Olur,” demişler.
Bir tayfanın sırtında güverteye çıktım.
Biraz topaldı ama tayfa
demir gibi Laz uşağı…
Bismillah deyip baktım dört tarafa:
İstanbul yanar pırıl pırıl.
Ah canım İstanbul…

Neyse hastaneye girdik.
Duvarlar bembeyaz,
Elektrikler donanma gibi,
Malta taşları tertemiz
gıcır gıcır,
Tekerlekli araba hazır.
Beni üstüne yatırdılar,
Rahat.
Allah devlete millete zeval vermesin.
Devlete dua ettim o saat...”


NAZIM HİKMET

17 Mart 2010 Çarşamba

31 Mayıs 1962


Yoruldun ağırlığımı taşımaktan
ellerimden yoruldun
gözlerimden gölgemden
sözlerim yangınlardı
kuyulardı sözlerim
bir gün gelecek ansızın gelecek bir gün
ayak izlerimin ağırlığını duyacaksın içinde
uzaklaşan ayak izlerimin
ve hepsinden dayanılmazı bu ağırlık olacak.

Nazım Hikmet Ran

3 Mart 2010 Çarşamba

Alarga Gönül


Alarga Gönül

Alarga gönül;
Demir al...
Kırmızı bir amiral
gibi kaptan köprüsüne çık...
Karşında deniz:
kaşı çatık
sana bakan
kocaman
mavi bir göz...

Alarga gönül,
palamarı çöz...
Amiral
demir al...

Gönül kaptan köprüsüne çık...
Çayır kokusu alan
bir tay gibi kokla açık denizleri...
Çevirmesin senin kafanı geri
geride kalanlara doğru giden
dümen suyunun köpüklü izleri...

Alarga gönül,
palamarı çöz...
Amiral
demir al...

Sür gemiyi dalgaların gözüne...
kulak asma Fikretin sözüne...
Çocuğun anan
olan;
denize inan...

Alarga gönül
daha alarga
daha alarga
daha
daha!

Alarga gönül
alarga...

1930

Nazım Hikmet Ran

1 Mart 2010 Pazartesi

Bir Küvet Hikayesi...


1
Süleyman'a karısı telefon etti:
— Konuşan ben,
ben, Fahire.
Tanımadın mı sesimden?
Demek çok bağırdım birdenbire.
Çığlık mı?
Belki...
Hayır,
çocuklar hasta değil.
Dinle beni:
İşini bırak da gel,
çabuk ol ama.
Telefonda anlatamam,
olmaz.
Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
Saatlar, saatlar,
kıyamet kadar.
Sorma.
Dinle beni...
Hemen vapur bulamazsan
Üsküdar'a kayıkla geç.
Bir taksiye atla.
Paran yoksa
patrondan avans al.
Yolda hiçbir şey düşünme,
mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
Yalan kuvvetliye söylenir
ben kuvvetsizim.
Alay etme kuzum.
Evet kar yağacak,
evet
hava güzel.
Koynuna girdiğim adam gibi
kocam gibi değil,
büyüğüm, akıllım,
babam gibi gel...

2
Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu:
— Doğru mu?
— Evet.
— Teşekkür ederim Süleyman.
Bak işte rahatladım.
Bak işte ağlamıyorum artık.
Nerde buluşuyordunuz?
— Bir otelde.
— Beyoğlu tarafında mı?
— Evet.
— Kaç defa?
— Ya üç, ya dört.
— Üç mü, dört mü?
— Bilmiyorum.
— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Demek ki bir otel odasında.
Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
Bir İngiliz romanında okudum,
bu işlere yarayan otellerde
kırık küvetler varmış.
Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Hele düşün,
toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
— Evet.
— Hiç hediye verdin mi?
— Hayır.
— Çukulata, filân?
— Bir defa.
— Çok mu seviyordun?
— Sevmek mi?
Hayır...
— Başkaları da var mı Süleyman?
— Yok.
— Olmadı mı?
— Hayır.
— Bunu sevdin demek...
Başkaları da olsaydı
daha rahat ederdim...
Çok mu güzel yatıyordu?
— Hayır.
— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
— Doğru söylüyorum...
— Zaten gösterdiler bana.
İnek gibi karı.
Belimden kalın bacakları...
Fakat zevk meselesi bu...
Bir sual daha, Süleyman:
Niçin?
— Bilmiyorum...

Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.

3
Süleyman'ın karısı Fahire
şunları anlattı kocasına ertesi gün:
—... Dayanılmaz bir acı halindeydi
kendime karşı duyduğum merhamet,
ölmeye karar verdimdi, Süleyman...
Annem, çocuklarım ve en önde sen
bulacaktınız karda ayak izlerimi.
Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
arka arsada bostan kuyusundan.
Kolay mı?
Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
sonra kenarına çıkıp durarak
baş aşağı atlamak karanlığına?

Fakat bulmadınızsa eğer
karda ayak izlerimi
sade korktuğumdan değil.
Bekçi, merdiven, polisler,
dedikodu, kepazelik,
aldatılmış bir zevcenin intiharı:
komik.
Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
Kime? Herkese, sana meselâ.
İnsan, ölmeye karar verirken bile
insanları düşünüyor...

Sen yatakta uyuyordun
yüzün rahat,
her zaman nasıl uyursan
ondan evvel ve o varken.

Dışarda kar yağmaya başladı.
Bir tek gecelikle çıkmak balkona:
Zatürree ertesi gün,
nümayişsiz ölüvermek.
Hayır,
hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.

Yaktım sobamızı.
İyice ısınmak lâzım ilkönce.
Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
Pencereye, kara bakıyorum:
«Eşini gaip eyleyen bir kuş
gibi kar
geçen eyyamı nev baharı arar...»
Babam bu şiiri çok severdi.
Sen beğenmezsin.
«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»

Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
«... gibi kar
düşer düşer ağlar...»
Oturdum balkonda iskemleye.
Havada çıt yok.
Karanlık bembeyaz.
Uykudayım sanki.
Sanki çok sevdiğim bir insan
korkarak beni uyandırmaktan
yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
Üşümüyordum.
Kederim duruluyor
berraklaşıyor.
Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum:
Feneryolu'ndaki çınar
150 yaşındaymış.
Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun
çok bahtiyar yaşayacaklar.
İnsanın yüreği ve kafası var...
İnsanın elleri...
İnsan?
Ne zamanki,
nerdeki,
hangi sınıftan?
Onların insanları,
bizim insanlarımız.
Ve her şeye rağmen
yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen
ben
bir kırık küvet
ve benim
kendime karşı duyduğum merhamet...

Kar durdu.
Sökmek üzre şafak.
Utanarak
odaya döndüm.
O anda uyansaydın
sarılıp boynuna...
Uyanmadın.
Evet,
çok şükür nezle bile değilim.

Şimdi?
Zaman zaman hatırlayıp
zaman zaman unutacağım.
Yine yan yana yaşayacağız
beni sevdiğine emin olarak.

4
Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.

16.8.1940

Nazım Hikmet Ran

2 Haziran 2009 Salı

Aynı Daldaydık


Saat 21’i vuranda
Burada kan panalar çalardı
Burada…
Burada hasret ve dert
Sen nerdeydin?

Bugün…
Bugün görüş günümüz
Herkes geldi, sen nerdeydin?

Aynı daldaydık
Aynı daldaydık
Aynı daldan düştük ayrıldık
Aramızda yüzyıllık zaman
Yol yüzyıllık.

Tam yüzyıl..
Tam yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli
Gözlerin içimde durmayalı.
Dokunmayalı sıcaklığına karnının
Tam yüzyıldır bekler beni bu şehirde bir kadın
Aynı daldaydık
Aynı daldaydık
Aynı daldan düştük ayrıldık
Aramızda yüzyıllık zaman
Yol yüzyıllık.

Nazım Hikmet Ran

GÖZLERİN


Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
senin gözlerinle bakacaklar.

1956
Nazım Hikmet Ran

29 Mayıs 2009 Cuma

Kar Yağıyor


Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

Nazım Hikmet Ran

19 Mayıs 2009 Salı

Mavigün'e


Dostluk
Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin.

Gözümüzün dilinden anlar,
elimizin sırrını bilirsin.

Namuslu bir kitap gibi güler,
alnımızın terini silersin.

O gider, bu gider, şu gider,
dostluk, sen yanı başımızda kalırsın...

01.01.1970
Nazım Hikmet

8 Mart 2009 Pazar

Kadınlar vardır...



Dünyada Birbirinden Çok Farklı Kadınlar Vardır;
Sevginin Gücüyle Yaşayanlar
Merhamet Duygusuyla Dünya’yı Güzelleştirenler
Güzel Sesleriyle Rüyalarda Yaşatanlar
Yazılarıyla Kağıtlara Hayat Verenler
İlgi Odağı İyi Kalpli Prensesler
Olağanüstü Kadınlar
Yetenekli Kadınlar
Savaşçı Kadınlar
Bizleri Güldürüp, Yokluklarında Ağlatanlar
Dünyada hiç tanınmamış kadınlarda vardır
Herşeyleri Elinden Alınıp, Hatıralarından Koparılanlar
Kendilerini Her Gün Yeni Bir Savaşın İçinde Bulanlar
Haksızlıklar Karşısında Acı Çekenler
Anlatılamayacak Acıları Yaşayan Kadınlar...

N.H.Ran

Sekizmart


Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir.

Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.

Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.

Kimi der ki hamur yoğuran.

Kimi der ki çocuk doğuran.

Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.

O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır...

Nazım HİKMET

Kadınlarımız


Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.

NAZIM HİKMET