Yılmaz Odabaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yılmaz Odabaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2014 Salı

Yüzünü Aradım, Geçtim

(yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...)

ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?


birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla! herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler. bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler.


yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...


işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. bir de(n) paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar... şarkılar yakıyorlar; şarkılar onları yakıyor sonra.


/İnsan,

insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar!/

bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! ben soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni!


her şey sürdü yine, her şey! baktım daha durmuş da uzayın rengini demliyor asalak dünya; baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyuyordu kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!


sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana!


“anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna!” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu. 

yüzünü aradım...
yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.

uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte!


yüzünü aradım gökyüzünde...


yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada bir eski çağ enkazında!


kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dansederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...


yüzünü aradım, geçtim...


geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim!



geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...


“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan!

hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından... ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...

sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir ..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim... bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim!


gökyüzü tümünü de ağır ağız izledi; gökyüzünün renginden geçtim...


sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?


üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına... bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...


söyle senin yüzün nerede, yüzün?

nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen!

nerede, yüzün nerede?


sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor...


bir sorudur: “kurtarıcılar işgâlci olabilir mi? ya da işgâlciler kurtarıcı?” sonra oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...


öyle acı ki her şey unutmak istiyorum! kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak!

yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum... sonra asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocukları...

uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. ihtilalleri tutun çocuklar erken yaşlanmasınlar!

yarayı tutun, yarayı! güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum!

eski yoldaşların gözbebeklerinde kaynayan bir düşün düşüşünü unutmak! unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım!


biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...


örtülüşünü

usulca
aklığımızın
unutmak istiyorum...

işte bundan, coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık ve kabarık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...


yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün belki bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden. yakın o gün! beni yakın! savrulup aksın küllerim dicle nehrinden...


akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!


/ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../


artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!


ya kuşlar?

sahi, ne demek ister kalan kuşlar?

Yılmaz Odabaşı

26 Mart 2014 Çarşamba

Teğet

herkes kırılamaz
ipince bir dal olmak gerekir
kırılmak için

ama dünya kütüklerin...

ağlayamaz herkes
ağlayabilecek kadar büyümek gerekir

dünya ise küçüklerin...

sevemez herkes
bir orman olmak gerekir sevmek için

bak ki dünya çöllerin...

ve vakur bir damla olmak
dalga için

katılmak okyanusa aşk için, isyan için.

Yılmaz Odabaşı

14 Mart 2012 Çarşamba

İkinin Sırrı



bugün iki kez yağdı yağmur
iki kez eskidim sanki

iki ömrü kolkola yaşadım
biri nergis bahçesi, diğeri mahşer yeri

hep iki şömine yandı yüreğimde
birinde ateşti diğerinde kül

ve iki kez aşık oldum
bundandır iki kez ölmüşlüğüm

sonra bir serüvende ikiye böldüm ömrümü
şimdi sömestrdeyim

ilk iki kitabımdan sonra sıtmaya tutuldu coşkum
daha depremlerdeyim

ve iki kere iki
kitabımda benim

ya çok eder
ya sıfır...

Yılmaz Odabaşı

19 Ocak 2012 Perşembe

Kurtulamazsın



önce sesini
sonra yankısını çaldırdın şu beton ormanında
bu kent de tükürdü aşklarına
kal orada!
artık hiçbir şeyden kurtulamazsın
ıslanmışsın bir kere oğlum
yaş gününde
kuruyamazsin...

(-35 yasima-)

Yılmaz Odabaşı

Leonard Cohen -By The Rivers Dark

10 Haziran 2010 Perşembe

İyi Ki Bu Düştesin


I
nehirler yarışır, çağıldar gözlerinde
o nehirler benim nehirlerimdir
aşk
ki azar azar benim yerimdir
üşüyorsam, sokaktaysam, yalnızsam
gözlerin ey yâr benim evimdir...

/vurulup düştükçe, düştükçe seni sevmekten caymayacağım
gece insin, el ayak çekilsin gelip kapında ağlayacağım!/

iyi ki bu sestesin
dünyayı ısıtan nefestesin
bir haydut gibi gezinirim kapında
kalbimde tutuşan ateştesin...

II
rüzgârlar savrulur, uğuldar gözlerinde
o rüzgârlar benim rüzgârlarımdır
aşk
ki azar azar benim yerimdir
suskunsam, bozgunsam, bulutsuzsam
gözlerin ey yâr benim evimdir...

iyi ki bu düştesin
her sabah ışıyan güneştesin
iyi ki yoksuluz bulutlar gibi
soğuyan dünyada sımsıcak fırınlar gibi...

/vurulup düştükçe, düştükçe sana koşmaktan caymayacağım
gece insin, el ayak çekilsin gelip kapında ağlayacağım!/

Yılmaz Odabaşı

9 Nisan 2010 Cuma

Kendine Benim İçin Gül Ver


(Sensizlikle flört etmeyi sen değil, sensizlik bilir;
sesi ses, sessizliği sensizlik bilir...)

Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut!
Çok ağrımış kendinin, siyah
ve ayaz kendinin.
Hep avuttuğum düşler için bana bir gül ver...

Bak, Palandöken dağlarında karlar erimiş,
teknelerle kol kola bir bahar sulara inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Bir gül ver söküldüğüm günler için
-ve önce kendinin ellerinden tut.-

Kendimin ellerinden tutunca,
içimden nehirler gibi akmak geliyor;
yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor.
Geberesiye içip salaş meyhanelerde,
buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor…

Tutunca kendimin ellerinden,
pusulasız gemilerde yatmak;
yaşlı ve şefkatli bir azizenin koynunda
sabaha dek kıpırtısız susmak geliyor…

Sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden,
ömrümün içinden akmak geliyor...

(Sessizlik sensizliği ezbere bilir;
sensizlik her şeyi bilir...)

Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut;
sonra bana aşkı öğretmeyen kendimin
ellerinden...


Bak, yıllarım sırılsıklam/ yağmurlar giymiş,
günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Avuttuğum düşler için bana bir gül.
Bir
gül
pusulasız gemiler, sökülmüş günler için...

(Ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım;
sen kendinin ellerinden tut
ve kendine benim için bir gül ver.)

Kendine
bir
gül(ü) ver

Yılmaz Odabaşı

http://www.youtube.com/watch?v=Fj08VRv9tXs&feature=related

3 Nisan 2010 Cumartesi

Yenik Serçe


I
Yaban
ve asi
dağlara dağılan taylar gibi.
ve yangın
gençliğinin alazında ışıltılı bıçaklar gibi.

Adana’da yollara dizilmiş garlarda,
çığlık çığlığa peronlarda
çocuklar gibiydi gözleri.

/Adı Nevin,
şarap içer, rüzgâr giyerdi geceleyin.../

II
O, kanadı kırık bir kuştu,
beyaza vurulmuştu;
kimseler görmedi bir başka renk sevdiğini.
Kimseler... Görmedi kimseler kirlendiğini...

/Adı Nevin,
hüzün kokar ve korkardı geceleyin.../

III
“Kendini martılarla bir tutma” derdim; “senin kanatların yok. düşersin,
yorulursun, beni koyup koyup gitme ne olursun! ”

O, kanadı kırık bir kuştu,
gülümserken vurulmuştu.
Kimseler görmedi uçtuğunu.
Kimseler... Görmedi kimseler öpüştüğünü...

/Adı Nevin,
özlem tüter ve ç(ağlardı) geceleyin./

IV
“Işığın” diyordu; Kırılıp düştüğü yerlerden geliyorum; Karanlık kördü ve acımasız... Ellerimle kırdım ben de kalan kanatlarımı; kanat- larımı kanatmaktan geliyorum...

V
O bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı. Sonra da çift çıkardık; Kar yağardı, biz dinlemez, çıkardık! O kentte bütün sokaklar biz yan yana yü- rümeyelim diye dar yapılmıştı, insanlar dar yapılmıştı, çıkardık!

Kar durmazdı, üşüşürdü saçlarına ve hep bir şeylere ağlardı o karlı havalarda... Avurtlarına çarpan kar taneleri, gözyaşlarının sıcak- lığına çarpıp erirdi... Erirdi... Biz yan yana, yana yana... Yana yana!

/O bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı,
ben yürüsem bütün yollar ona çıkardı.../

VI
Gitti... Kanatları yüreğimdeydi.
Kalan, elimde minyatür bir kuş şimdi.
Yitirdim o aşkın kimliğini;
h ü k ü m s ü z d ü r...

/Adı Nevin,
ihaneti tutuşturduk bir sabahleyin! /

Yılmaz Odabaşı

17 Mart 2010 Çarşamba

Seni Bir Tufan Gibi Sevdim


(Martılar gelmezdi ki sizin ordan,
martılar sizindi ey evlerinin önü deniz;
bizde ölen kartallardan, dağlardan size haber veriririz,
bir bakımlık deniz, bir avuç imbat göndermediniz...)

I
Seni bir çığlık gibi sevdim.
Uzanıp sesimin avlularına sen de her sabah
Sabah/ sevince bir sevgiyle gideriz.
Sonra durur vitrinlerden çiçekleri seyrederiz;
puştluklar bizi seyreder, biz çiçekleri...

II
Seni bir kar gibi sevdim;
üşüye üşüye e-ri-diim!
Bak, kentleri de, dağları da bozdular;
başka rüzgârlar giydirdiler kentlere,
dağlara başka tüfekler.
Kalk,
gidelim;
buralardan gidelim!

III
Seni bir namlu gibi sevdim
Sen ise tetiklerimi ezberliyordun
kıyametler koparken alnından bu kentin;
seni bir tufan gibi sevdim
bedenim alabora!

Yılmaz Odabaşı

15 Mart 2010 Pazartesi

Herkes Ölür Ölümünü


“Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.”
-C. Pavese-

I
Kanatlanır, kanatılır bütün boşluklar.
Aynalar her gün bir başka yalan söyler
ve kalınır geride çizilmiş hayatlardan,
geride yağmurlardan ve çığlıklardan.

Herkes çizer boşluğunu...

II
Her aşk başlarken pembe,
ayrılıkta rengi siyah yalnızlığın...

(Herkes arar pembesini.
Oysa kendinden ötesi yoktur;
kimse sevmez yalnızlıkta gölgesini...)

III
Herkes sever doğumunu;
kim sever ölümünü?

Herkes sever doğrusunu;
kim sever yanlışını?

Herkes susar ayıbını.
Herkes susar ayıbını...

IV
Herkes bilir gitmesini.
Bir zaman öğrenirsin
gideni sırtından öpmesini

Herkes yaşar hasretini...

V
Herkes geçer gençliğini
Herkes…Buğusunda anıların
yitirir kekliğini...

VI
Herkes yaşamakla suçlu,
aşkıyla hükümlüdür;
herkes doğarken ölümlüdür.

Herkes ölür ölümünü;
göğe salıp düşlerini,
salıp tenini, nefesini
bırakır ceketini.

Herkes bırakacaktır ceketini...

Yılmaz Odabaşı

5 Mart 2010 Cuma

Bir Aşk Yara



“Beni yalnızlığımla vurdular o gece vakti
Kalbimi suyla yudular o gece vakti
Öldüğümü bile söylemediler…”
-A. Erhan-

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara…
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.
Kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

Ben seni hep ayrılıkla anmışım
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını…
Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara…Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır…

Yılmaz Odabaşı

26 Şubat 2010 Cuma

Aşk Dinmemiştir


önce aşk, sonra göç başlar...

I
aşk
dinmemiştir
yine de dalgındır elleri aşkın
ve sıcaktır
bir yurt kadar.
bir de burada uçurum kokar kadınlar
susarlar.
geceler boyu susarlar
yorgun tenleri terli avuçlarla
kırık bir dal mı
yağma bir bahçe mi ömrümüz?

II
yağmur
dinmiştir
de bilinir dinmemiştir korku
hava çığlık ve tükürük kokmaktadır
bir de geçip gidince atlar ve şarkılar
geride bütün suları bıçaklanmış bir akşam...
bütün suları bıçaklanmış
rengine rehnedilmiş bir akşam
unutmuş sevişmeyi,
sebebini
ve kendini
bir akşam...
ben de bütün kıyıları kurşunlanmış bir aşksam
ses de ölmüştür artık
geriye kalan kendisi kokmaktır
ve şubat ayaz, çığlık uçurum kokmaktadır.

III
çünkü sevda bir ayaz-
sa bütün gülüşler tutukludur.
bu yüzden gökyüzündeki son ıslak bulutu da biz
çözeceğiz
ama daha çok tüfek ve daha çok aşk gerek.
aşk gerek!
çünkü önce aşk, sonra göç başlar
göç başlar burada
savrulur aşklar
geride bütün suları bıçaklanmış bir akşam...

Yılmaz Odabaşı


http://www.youtube.com/watch?v=en53C9tLHkE

23 Eylül 2009 Çarşamba

Bir Aşk Yara


“Beni yalnızlığımla vurdular o gece vakti
Kalbimi suyla yudular o gece vakti
Öldüğümü bile söylemediler...”
-A. Erhan-

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara...
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.
Kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır...


Ben seni hep ayrılıkla anmışım
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna adını…
Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara...
Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır...


YILMAZ ODABAŞI

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Günlerin Bulanık Sularında


Kalabalık,
kabarık şehir;
çok şehir,
çok beton,
yok: İnsan...

Çok: Şehir
hiç: İnsan!

Sevgileri güneşte çekmiş, ruhları eprimiş
ve ihanetlerini cüzdanlarıyla besleyen hiç insanlar,
geldiler; Milli piyango ve otobüs biletleriyle
kürdanlarıyla, balgamlarıyla, ayakkabı bağlarıyla
nüfus cüzdanlarıyla, “kazı kazan”larıyla,
visa kartlarıyla, maskeleriyle, markalarıyla...
Güneşin heybetine bakmadan
ve aldırmadan rüzgârın zarafetine...

Birer küfe gibiydi omuzlarında hayat;
Her biri kendince yokuşlarda,
her biri amansız yokoluşlarda,
şarkıları yankısız,
aşkları unutuşlarda...
Kapanıp gündüzlerin ıssız odalarına;
hepsi çürük akşamlardan
ve bayat sayımlardan kalma (!)

Geldiler,
göğe bakmadan,
dokunamadan o uzak ovalara
telaşla,
günlerin bulanık sularında...

Hiç insan,
sabahın köşesinde
kusmuş şehrin şanına;
sabahlar akşamına,
adamlar aşklarına,
kusmuş günlerin bulanık sularında.
Sevgisiz kaldık, sevgisiz kaldık
kısacık Nisan akşamlarında...

Şimdi hızla yırtılan aşiretlerden
aşüfteler, kalpazanlar ve ateistler çıkaran ülkem,
savur beni şu pusun, ayazın ortasına,
çıkarıp sığ sulardan yakıştır okyanuslara
ve kavuştur o eski masal kahramanlarına...
Çünkü böyle bir raunt isyan, beş rekat hüzün
Yetmiyor haziran akşamlarında...

Şimdi parklar fesleğen kokarken
yoksullar soluk soluğa;
fıskiyeler upuzun,
taşıtlar süratle otobanlarda;
telaşla,
herkes günlerin bulanık sularında...

Oysa hepimizin gidebileceği bir vadi olmalıydı...

Artık ömürlerimiz bu tükürülmüş bulvarlara kanar
Ve rüyalarımızda bir görünür bir kaybolur serin pınarlar;
bu yüzden yaktığımız bütün kibrit çöpleri
en çok da içimizde yanar ha yanar...

Kalabalık,
kabarık şehir;
çok şehir,
çok beton,
yok: İnsan...

Çok: Şehir
hiç: İnsan!

Hiç
insan;
doyumsuz,
tedirgin,
korkak...
Sabırsız,
tutkusuz,
kaypak...

Şimdi herkes yüreğinin avlusuna bir servi kadar.
Rüyalarında bir görünür bir kaybolur ormanlar.
Uyanınca, irileşen boşlukları ihanetle tamamlar...

H
i
ç

i
n
s
a
n: Yitmiş günlerin bulanık sularında...
Sadece elbiseler sürüklüyor ardında...

Coşkusuz, aşksız kaldık
Kaldık...
Bu kısacık temmuz akşamlarında...

Yılmaz Odabaşı

http://www.youtube.com/watch?v=adV8-_hgL4g&feature=related

28 Haziran 2009 Pazar

Bir Nehrin Tükenişi


Hasretin kançanağı gözlerinde oturuyorsun;
seni soruyorum
hiçbir şey bilmiyorsun...

Hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım;
sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...

Tükenişi bir aşkın,
bir nehrin tükenişine benzer.
Ne deniz olabildin,
ne nehir kalabildin...

Kendin ol,
kendin ol...
Sen buysan başkası ol!

Buysan kederden öleceğim,
başkası olursan de kimi seveceğim?

-Ne Diyarbakır anladı beni ne de sen;
oysa ne çok sevdim ikinizi de bir bilsen...-

Yılmaz Odabaşı

Kendine Benim İçin Gül Ver


(Sensizlikle flört etmeyi sen değil, sensizlik bilir;
sesi ses, sessizliği sensizlik bilir…)

Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut!
Çok ağrımış kendinin, siyah
ve ayaz kendinin.
Hep avuttuğum düşler için bana bir gül ver...

Bak, Palandöken dağlarında karlar erimiş,
teknelerle kol kola bir bahar sulara inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Bir gül ver söküldüğüm günler için
-ve önce kendinin ellerinden tut.-

Kendimin ellerinden tutunca,
içimden nehirler gibi akmak geliyor;
yollara çıkmak, yolculuklara bakmak geliyor.
Geberesiye içip salaş meyhanelerde,
buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor…

Tutunca kendimin ellerinden,
pusulasız gemilerde yatmak;
yaşlı ve şefkatli bir azizenin koynunda
sabaha dek kıpırtısız susmak geliyor…

Sevgilim, iyi insan, tutunca ellerimden,
ömrümün içinden akmak geliyor...

(Sessizlik sensizliği ezbere bilir;
sensizlik her şeyi bilir...)

Korkma, sana aşkı öğretmeyen kendinin
ellerinden tut;
sonra bana aşkı öğretmeyen kendimin
ellerinden...

Bak, yıllarım sırılsıklam/ yağmurlar giymiş,
günlerin avlusuna yeni yeni çocuklar inmiş;
dağlar için, sular için bana bir gül ver.
Avuttuğum düşler için bana bir gül.
Bir
gül
pusulasız gemiler, sökülmüş günler için...

(Ben bütün yeşillerimi inatçı ayazlara çaldırdım;
sen kendinin ellerinden tut
ve kendine benim için bir gül ver.)

Kendine
bir
gül(ü) ver


Yılmaz Odabaşı


http://www.youtube.com/watch?v=a8l5BoFjfR0&feature=PlayList&p=0EE90277C6C38F88&playnext=1&playnext_from=PL&index=10

23 Nisan 2009 Perşembe

Aşk Tek Kişiliktir


Tek kişilik kalabalıktır aşk.
Aşk tek kişiliktir; İkinci bir kişiye bilet yoktur.
Kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi,
Kendinin mayası; Herkes sevgisini sever...

Aşk nedir İncil'e göre? Nedir Tevrat'a, Zebur'a, Kurân'a göre?
Bu kitaplardaki aşklar küfürler neyin rengine göre?

İnsandır, insan aslolan, insana göre
Bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde gitmek bir yalnızlıktır.
Bütün gitmeler bir yalnızlıktır kalmaya göre...

Sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli tortusunu bırakırken ömrümüze; Günler, düşlerimize, özlemlerimize... Uzaklığın şakağında kaç namlu kimbilir yakın olmasın diye?
Sonra biz buradan uçurumlara teslim olan gençliğimizle!

En rezili belki parayla insan arasındaki yalnızlıktır; Hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor
Bu da bir yalnızlıktır...

"Yalnızlık bir yağmura benzer"
Yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük, bir bir türküleri, telaşlı koşuşları, bir bir silahları, tabuları, ayrılıkları; Çoğaltıp yalnızlığımızı feodal tekkelerde ellerimizin üstünde bir el bile yokken bölüştük vuruşları.

Sonra bir geceydi ve yalnızdık; Çoğalttık susuşları...
Yağmura yakalandığımız geceye çarptık; Geceye olmadı.
Ama biz paramparçaydık!

Ve hayat gasp etti o mağrur duruşları...

Hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; Destan ve yalnız hayat!
Yalnızlığa halay halay ellerim;
Kırılası kırılası ellerim!
Benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim...
Kalemimi silahıyla koruyan, kalemi de silahı da yalnız ellerim;
"Yalnızlık bir yağmura benzer"
Yağmurda sırılsıklam ellerim...

Daha birileri biryerlerde yaralardan söz ediyor; Sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce...
Ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.
Yarayı anlatan, anlatırken; Yara ise orada yara olarak yalnız!
Destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim!

Herkes kendine göre bir yalnızlıktır!

İyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar, doğarken biz de spermdeki olasılık kadardık; O olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık.
Şimdi de yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır.
Hep mengenede, kaderde en çok da yaşamak bir olasılıktır.

Sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır!
Yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor ve eskiyoruz...
Seviştiğim gece emzirdiğim gecedir,
Özümü katarım ona;
Geceyi kanatırım gece beni kanatır.
Gece insanlığımız
İnsanlığımız ise yalnızlıktır...

Giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor ve insansızlaşıyoruz...
"Görgü tanıklarının ifadelerine göre"
Günlerin dağınık yüzü ter ve keder içinde;
Zanlıları her sabah o resmi geçitlerde...
İşte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde;
Hayatlarımız diğer hayatların da cesetleriyle...
Hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar;
Ama kimseler bilse de bilmese de yalnızlık var ey bütün yalnızlıklar!

Yılmaz Odabaşı

13 Nisan 2009 Pazartesi

Gözlerin Gök-yüzünde Bir Dolunay


Diyelim
ki sessiz gecede poyraz...

Sis çökmüş o heybetli dağlara;
yurdun
da kar altında, gözlerin gök-
yüzünde bir dolunay...

Diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini.
Seslere çarpmış sesin,
ama ulaşmamış hiçbir yere nefesin...

Diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik,
bu hayat seni bir oyuncak sanıyor.

Diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak
yasak, yarın yasak, düş yasak.
Diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında;
bir çay bile ısmarlamıyor hayat!

Diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık;
sis çökmüş güvendiğin dağlara...

Kederli bir süvari ol,
Orda, sen orda!
Bıkma atını mahmuzlamaktan,
bıkma bu puştlar panayırında
berrak nehirler aramaktan...

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt;
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın.

Çünkü her insan bir limandır başucunda tekneler;
çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın...
Kimi kanıyor şahdamarından,
kimi bozgununda yetim dervişan,
kimi aşklarıyla, düşleriyle perişan...

Yamalı yerlerinden kanıyor hayat,
tutunduğun günlerinden soluyor hayat.
Bu yüzden salıver düşlerini kendi uğruna yansın,
salıver düşlerini ateşlere abansın!

Tutunduğun günlerinden solarken hayat,
bıkma atını mahmuzlamaktan;
bıkma sendeki insan için,
derin uçurumlar arşınlamaktan...

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
bir gün rüzgâr esecektir suların serinliğinden;
bir gün kırlangıçlar geçecektir göğün genişliğinden.

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt,
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın;
çünkü senin de bir ütopyan varsa,
i n s a n s ı n...

YILMAZ ODABAŞI

29 Mart 2009 Pazar

Feride


Feride

Sunu:
"İstasyonda konuşan iki dilsizdi onlar
ayrılığı söyleyen kara gürültülerde
şaşkındır buralarda ayrı düşmüş aşklar
kışın ve silahların beyaz serinliğinde"

l.Aragon

K(adın):Feride
Uyruğu:Dünya;
Dinin yok, dilin var
ve sonrasını ben bilirim...

Aynı yağmurlardan kaçarken bir saçağa düştük önce;
Sonra gece; Avluda bir kırık dal dursa üşür Feride...
Tarihini düşünmedim,
düşünmedim, ama tenimiz tanışır
ama tenimiz tanışır önce
ve terimiz...
O benim avradım olur gecelerce, günlerce;
Sonrasını... Sonrasını ben bilirim...

Geceye yağmur inerdi işte böyle sicim gibi, ipince
giderek soğuyan dünyamıza kanat vururken kuşlar
ve hüzünle şaşırırken yolunu yitik yıldızlar,
Feride, bir destan gibi yürüdü ömrünü
akmaya yaraşırken sular...

Sonra sular sulara, günler günlere vururdu
ve hayat onu da,
beni de hem ne kötü vururdu;
Hayvan gibi vururdu hayat,
küfür gibi, namlu gibi vururdu...
Sonra Feride geceler boyu uyurdu.
İleride unutulmuş bir Allah kendini doyururdu
ve susunca Feride, yeryüzü boğulurdu...
Yeryüzü yüreğimdi biraz da, kurudu...
Kurudu...

Ben onu dilsiz ve dipsiz biçimlerden çaldım kimselere
kimselere bırakmam
öpüşlere sararım, gidişlere sorarım
kimselere...
Kimselere bırakmam!
Feride başak kokar, esmer başak
gözlerini hep s(aklar) utanırken
sonrasını...
Sonrasını ben bilirim.
Günler turşu kıvamındaydı; Şarkı söyler,
rüzgar giyerdik akşamları. Masamızda hep
ucu karanfil dururdu; Yaralarımızı sarardık,
sorardık ihtilal dönüşleri,
infazlara sayardık...

Kadınlar ve erkekler kendi aybaşlarındaydı:
Gelinler su başlarında,
şöförler direksiyon, gerillar silah başındaydı.
Bitmezdi tükürdüğüm savaşlarda 'apoletleri büyük beyni küçük' generallerin!
Orospular sızardı gecenin yırtmacından
yırtmaçların tenine küfür dolardı
ve küfür yazardı gazeteler.
Geceler küfür kokardı/ alkol ve sperm
günlerin yaslı yüzünde kirli kan
ve peçeteler...

Peçetelerde günler turşu kıvamındaydı
faşizim kıvamında işkenceler
bir uzun yol şöförü yolları
yolları Feride'yi andığım gibi anardı
geceye devriyeler dolardı...

Ne o
kimliksiz miydik?
Feride hınca hınç grevdedir tek tip insan pazarlarında;
Dağlara atarım, bulutlara katarım onu kimselere
kimselere bırakmam!

Kül gecelerinden çalarken onu ateşlerin içinden
bastım bağrıma üzüm suyu damıtır gibi
sarar gibi ağrısını ışık kanatlı bir güvercinin
dirildim, diriltim onu kimselere bırakmam
kimselere!..

Sonra tenini tutkuladım avuçlarımda
mühürledim dudaklarını ateş kızıllığında
kattım onu yasak şarkılarıma, kitaplarıma
Feride'yi şiir saydım biraz da...
Nisanın kızıdır Feride; Bundandır
Nisan güneşi sinmiştir tenine ve kokusu
otların, kırlangıçların...
Dağları uyutur koynunda kavgalara gidince;
Sonra aşk olur,
kadın olur bana gelince... Ki aşkın saati, gömleği, takvimi yoktur;
Uçarı bir rüzgar gibidir
ansızın ne yana dönse yüzümü ufka çeviririm.
Sonrasını... Sonrasını ben bilirim...

Feride tütünü türküye banar da içer
yüreğinde bir tufan negatifleri
ölümden gelmiş, kollarıma yakışmış
bırakamam kimselere
k i m s e l e r e !..

Feride şiir huyludur, gül kokuludur
gül kokuludur gözleri ile gözlerime dokunur
dokunur...

Vaay!..
O aşklar ki hayatın teninde sonrasız bir oyundu
dağıtınca bir yangının alanında süngüler
birileri anlatmaya koyuldu...

"(...) Bu gün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yinelemeyenlerden başka), çünkü
dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler,
öğütleri, haber vermeleri,
yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor.
Şu son yıllarda gördüğüm bizde bir şey kırdı.
Bu şey, insanın güvenidir; O güven ki,
insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından
insanca karşılık göreceğimize inandırır bizi (...)
insanlar arasında sürüp giden uzun
diyalog bitti..."

-A.camus-

(Herkesin bir Feridesi vardır bilmez miyim
herkesin bir ayakkabısı gibi birde şarkısı
herkesin bir kimsesi vardır bilmez miyim
bir de kimsesizliği...)

Gözlerimle gözlerime dokunuyosun
bir bilsen o an gözlerim oluyorsun.
Kaçalım! Beni gören sen sanacak...

Görüyor musun? Dağlara dokunuyor insanlar
giderek dağlaşıyorlar
görüyor musun? adınla başlıyor her şey
karın eriyişi, yağmurun dirilişi
özlemenin ilk harfi, gücün hecelenişi
adınla!
Adınla her şey: Şarabın dökülüşü, sesimin eskimeyişi...
Ben ise sana abanıyorum
büsbütün aşk kesiyorum...

Yenile yenile bana abanıyosun sende
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutumak oluyor bu yangın yerlerinde
ben nereye gitsem biraz senden gelirim
ardımdan kuşlar ve uykular gelir...

Feride
ey yaar!

Gelip bana çıkıyor bu kent
ben kentlere çıkıyorum
kentler kent olmadı Feride
bir türkü tutturup açabilmeliyim anlımı.
Gecelerinde
güne koşarken çocuklar güne erkenden
ya deniz ya da dağ kokmalı yolları
çocuklar çocuk olmalı
aç bakmalı sevgiye
çocuklar bazen bir ülkedir
gözleri gök (yüzünde)

ter ve güneş kokarken işçiler evlerinde
herkes gibi olmalı, adı gibi
yoksa sonumuz olur Feride.
Utanır rüzgarlar hakedilmiş iklimlere

Çarşılarda kalabalık yürüyor
sanki topyekün bir ülke toprağın şiddetinde
ansızın o kalabalık soluyor'faili meçhul'lerde

(bu kalabalık ölmese
aşk,
önce!)

Çarşılarda kalabalık yürüyor
her yanım kalabalık ve kabarık
duramıyorum böyle
çarşılara abanıyorum bende
gülüşleri, konuşmaları, oturuşları nerde?
Hani çocuklar mavi esintilerde?
bu kanlar da ne?

Bir bilsen o an gömleğimi parçalıyorum günün orta yerinde
çatırdıyarak kopuyor düğmelerim
suçlulular nerde?
Bıyıklarımı kemiriyorum, bitiyor
çekip koparıyom saçlarımı
bir bilsen ter damlıyor yüreğimden yerlere
bileklerim kesilmiş, damarlarım dökülmüş caddelere...

Çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yalnız, çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor Feride...

Keder bile yıkar bendini
yağmur iner, gök boşaltır içini
büyür
mü benim yüzyılım
b e n i m y ü z y ı l ı m h a n i ?

Çoğaldım ve bir soruyla dolaştım sokakları
bir soruyla açıp her sabah penceremi
benim yüzyılım hani?
Benim yüzyılım hani?

Sonra susamışlık oldum gitgide
ağlamışlık, kanamışlık birdenbire
artık bütün sularda bir susuzluğum
yankısı yok sesimin caddelerde
'bir yudum' diyorum sonra 'bir yudum,
halkım!'
Çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yalnız, çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor Feride...

Artık böyle başlar gün: Gün tomurcuk patlar,
bir dal kırılır apansız.
Birileri düşer yağmurlara... Yağmurlar zamansız...
Belki ağzının kıyısı kansız
yarım kalır türküsü;
Dağılır, yiter sesi
anlatılır rüzgarlara öyküsü...
Daha önümde ardımda korkunun kokusu
dağlarda kırılan alevin yanlızlığın
vahşetin böğründe zulmün tortusu!

Sonra güne koştum, güne coştum kucağımda dünyaların
türküsü; Çıkıp kentin en geniş meydanına boğazımı
gömleğim gibi yırtıyorum:
Susmayın! Bir şey bilmiyorsanız küfredin, düpedüz
küfredin işte!

Bir şey anlamıyorlar bile; O an gökyüzünde dingin bir
bulut, duvarları aşabilen rüzgarlar çarpıyor yüzüme...
(Bakıyorum da kanım pıhtılaşıyor
üstüm başım kir karanlık vay balam!)

Kapıyı yağmur diye çaldılar oysa
açtık:
K a s ı r g a !..

Kasırga
kasılıyor
kalarında ülkemin

(Bu hep böyle sürmese
aşk,önce!)

Sonra bir bilsen teni kan içinde hayatın
eti kan Yılmaz'ın, sesi kan
bir kahve önünde duruyorum
insanlar öylece oturmuş kendilerini turşuluyorlar
tuzsuz...

Dikkat dikkat!
Ülkem dolaylarında yatmakta olan insanlar için
.... guruplarında kan
aranmıyor!

Yitirdik infazda günlerimizi
can aranıyor! Can aranıyor!

Birden ön masadan üç adam kalkıyor,
"kes ulen" diyorlar: "-Ne canı? Can burada işte!
oturmuş pişti oynuyor çayına kahvede!"

Utanıyor, çok utanıyorum
benim yüzyılım hani?
Ülkem nerede?
Arkadaşlar, su... Su yok mu be!..

D(erken)
'Kimliğiniz lütfen...'

Yerlerde pıhtılaşmış kanların üzerinden
bir uğultu ummanında seslerin üzerinden
çarşılar yanlız kentlerin üzerinden
sessiz... Sensiz gidiyoruz Feride...

"EY KASIRGALARDA OKYANUSLAR ÇİĞNEYEN GEMİ
AYRILIKSA: VUR SİNEME ÖLDÜR BENİ!.."

'...yapılmamış, unutulmuş itirazlar mı vardı? Kuşkusuz vardı böyle itirazlar (...)
nerdeydi şimdiye kadar görmediği o yargıç? Nerdeydi o yüksek mahkeme?
Konuşacaklarım var el kaldırıyorum...'

-f.kafka-

(Poliste)
Portatif bir hayat
katlanabilir!

Belli ki tenimin rengini yitireceğim
ve hayat yitirecek rengini yüzümün sustuğu yerde
korkarak yürürken caddelerde
benim yüzyılım hani?
Ülkem nerede?

Feride
şimdi yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durayım güvertede gözlerine

(beni böyle bir eller
beni yollar, beni yeller
kelepçeler, hücreler beni
alıp gitmeye
inan ki Feride inan
aşk,
önce!)
(Gözümü bağlıyorlar; Korkma sevgilim! Gözümü,
gönlümü değil...)

Kanlı karanlık odalarda
beni morartıyor, azaltıyor ve azdırıyorlar
böyle her seferinde, çıkınca, fırında ekmek gibi kabarıyorum
sonra bir çoğalıyor, bir çoğalıyor, bir çoğalıyorum

(Bir güzel renk değiştiriyorum; Korkma! Yürek değil, renk değiştiriyorum sadece...)
Ben can, camiler e(zan) derdinde!
Kollarım gidiyor önce, ayaklarım ellerim
saçlarım gitmişti zaten, bileklerim gitmişti...

Biliyor musun? Bir sen kalıyorsun içimde
yüreğimin alazında biz bize
ağlaşıyoruz sesizce...

(Sonra gözlerim açılıyor; Korkma! Dilim değil, gözlerim sadece...)

(Mahkemede)
yurdum,
seni
"devlet
topraklarının
bir
kısmını
veya
tamamını
ayırmaya
yönelik"
ve
gizli
s e v i y o r u m
dediler...

(Hapisanede)
buraya gelme Feride
bir hançer gibi saplama
savuran gözlerini yüreğime
yine o öksüz koridor, yaslı ve yaşlı koğuş
küf ve sidik kokuları yine
ben voleybol oynuyorum bahçede
birikmiş volta borcumu
taksitle, her gelişte ödüyorum...

Aldırma, bir kedere sevkolunmuş suretim
kadınım,
kardelenim
gülenim!
(Bir de sen... Sen Feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız, mahvolurum!)

Ekmeksiz kal da demiştim
içeride
kavgasız, kadınsız, çaresiz kalma
bunları yazmadılar hayat bilgisi kitaplarında!

Olmasam da hey Feride tüten geceler
Feride, yine tütünü türküye banar da içer
yüreğimde bir tufanın negatifleri
yazmadılar!

Oysa ki ben aşka inanıyorum
hep ölüm bu(yurdunuz)
yazıyorum:
Ey devlet!
Ey Tanrı! Artık o(kulun) yok senin...

Ben uçurumlar önünde kendimi kemiren kerem
artık beni kemiren türküler dinlemem

dinlemem...
Ki rüzgardım
usluca kedere kaldım
yürüdüm, göçebeydim;
Yürüdüm, kurşunlandım!
Sonra Mart kaldım, Eylül kaldım ey susmanın çorak iklimi!
Yüzüme uzun sürmüş soruşturmalar yorgunluğu
çarmıhlara gerildim, ölümlere tek kaldım...
Bu
tufan
ne yana
yana
yana
susmayı dilince
büyümeyi bilincine devşiren çocuk!

(Dışarda)
çıktım
da uyku sızarken gecenin şarkısından
nerede yaralı kuşları yorgun yüzümün
kendi köpüğünü eriten bir denizde?
Bileylenen her bıçak kınında çirkin
kınından çık yüreğim, geç mi kaldın geç mi kaldın?

Çıktım kanlı karanlık odalardan
elbet çıkarım, çıkacağım!
Şimdi dağları aralasan bu akşam üstleri ben çıkarım
kuşları kovalasan, yürüsen yollara göçebe yanım
geceleri kanatsan alnımda yağmur, saçlarım kar türküsü çıkarım!

( Ben bu çiçeği bölsem, koklasam sen çıkar mısın?)
Bu nasıl yalan yollar ki böyle yürüdüğüm
saçlarımın kokusu sinmiş bu kente
bu gece saçlarından geçiyorum yüreğim ter içinde
sussam yokluğun kan tükürür beynime
geceler büyürse tutsağım sabahlar doludur yüreğime
çıktım
da kentler kent değildi yine
belki bu yüzden tüketmiş soluğunu şarkılar
kuşlar da gitmiş, keder büyümüş
ama hiç boğulmamış içimizde kıyılar...
(kıyılara varsan ben çıkarım
halkımı tanısan yurtsuz çıkarım!)

Kal kendinin anası ol doğur kendini
sonra gel beni doyur büyümeden açlığım...

Sesim mi?
O da büyür sen kaygılanma

gel
bata
çıka
çıkalım
düşe
kalka,
gide dura, güle
ağlaya...

(Bana kalsa bir namlunun ucundan rengimi, sesimi alır çıkarım
ben bu şiiri okusam sen çıkar mısın?)
Sonra zıbarıp kalmak için yer ayırttım bir 'palas palas'ta;
Oturup fotoğraflarına baktım, yazı makinamın içinde
külleri temizledim. Sokağa çıktım, yasak yürüdüm;
Üzerime
adını almayı unutmadım...
Yollara dokunmadım, kedilere, camlara dokunmadım;
Yıldızlara...
Yıldızlara hiç dokunmadım, dokunsam düşecektin...

Sonra geceye şiirler okudum, bitti
bitmedin!

Bilsen ne çıkar; Hem nasıl bileceksin?

(Sen bir şeyler bilsen bildiğinden ben çıkarım
çocukluğuma dokunsan öksüz çıkarım...)

Şimdi sokaklardayım
sokaklarda... İçimim sokaklarına adın yürüdü
adın satırbaşlarında ayrılıkların
oysa ben bu geceyi bilmiyorum, yolları bilmiyorum
unutmayı hiç;

Şimdi sokaklar bile esniyor uyumayı bilmiyorum...
Yanmamış bir gaz sobasının yerlere dökülmüş artıkları
soluğumu kesiyor.
Soba boruları kırık camlardan dışarıya uzuyor;
Dışarıda kar, dışarıda rüzgar esiyor;
Uykusuzluğa uyuyorum...
Dört battaniye aldım üstüme,
üşüyorum Feride; Kalkıp şiir yazacağım,
ama hep şiir mi
yazılırmış kuşatılmış gökyüzüne?

Ben seni... Seni diyorum;
Nasıl gelirim hangi sokaklar çıkar sokak desene?
Yine o gitmelere gitmeden
seni yorumluyor, sana yoruluyorum işte
başka nereye giderim söylesene?

Sonra bir bakıyoruz biz kokmuşuz biz bize
taşıdık, taşındık bitti...
Öpüp durma üç numara traşlı kafamı öyle
Feride, kız, geldim işte
ağlama, şişmanlarım yine
yine sevişiriz sur dibinde bahar gelince

Feride, bu sen misin, nasılsın söylesene?
Ellerin... Ellerin nerede?
Bak, ıssız bir ada gibiyim beni çevrele
beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece
üşüyorum bana bir palto bul Feride
ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle
geceler çarpıp düşsün dalgın güzelliğine...

Gözlerini sil ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime
yok, gitme!
Gitme, sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor
özlemeyi yutkunuyorum
sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor
şu gök var ya şu gök, birden üstüme çöküyor
yok, gitme
gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle...

Diyorum ki bir koluma seni
çıkınca
diğerine ülkemi
gör ki payıma çığlıklar düşmüş ve kül geceleri
benim yüzyılım hani?
Çarşılar çarşı mı şimdi?

Belki insanlar tenine gül sunmaz diye
kir görmez diye
hasrettir böyle kanla ıslak
ve kire karılmış böğrünün asıl rengine
darda
daralır bir yerlerde...

Bana bir ülke getir Feride
üstünde masmavi bir gök olsun...

Saçlarını çöz
sağrıları ıslak taylar gibiyim
ve tenin senin
doludizgin bir ülke...

Gözlerimin ortasında
gözlerimin ortası
tenini hatırlat tenime
bana aç vücudunun deltalarını
kadın kokunu ver
sulamak için rahminin kıraç topraklarını...

Şimdi aşk,
önce!

(Bu sensin
ve sensin
bu terin ve tenin ıslaklığı
kal öyle
ısıt gözlerimi gülüşlerinle...)

Birazdan kapılar kırılacak belki de
birazdan kapkara bir örtü olabilir gözlerimizde
biz diz kırarken sinesinde sancının
yolunur papatya, deşilir ten ve yara da
çünkü ölmek günleri biraz da
gülmek günleri (de), inadına
gün gülümsemeleri ardında...

Gün gülümsemeleri ardında
dağlandıkça
dağlaşmak
ve dağları sevmeye yaraşmak
yaraşmaya
yanaşmak günleri...

Sen de yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durmayayım güvertelerde gözlerine...

Her gün bir avuç öldüğüm bu cehennemde
el verdiğim kentler vurulacak, vurulacağım
bu yangı kabardıkça çok yanacağım!

Farkında mısın infazlara ayarlı saatler yine
bu kabartma geceleri susmak böyle...

Caddeye bir taşıt hüzmesi düştü görüyor musun?
Bak bakalım beni mi arıyorlar?
Yada ne geziyorlar gecede yarasa gibi?

Bakarken görünmesin göğüslerin pencereden
yollar bir çift gül görmeye alışık değil...

Tan atacak birazdan geceyi yırtarak yine
saçların da dağınık, her yanın ter içinde
Feride...

Sen bu kadar akıllının içinde nasıl
nasıl delisin böyle?

Sevdan kıl beni, kaybetme ellerimi
tutmazsam
dağlara çığ düşerken, o çınarlar susarken
tutmazsam kırılır elim
tutmak kirlenir...

Ben yolculuğum,
sen bildiğim yol gibi
toplayıp ıssızlığa kirlenen Eylülleri
geç hiç eskitmeden sevgileri
bazen de çalarak kendime bedenimi
girmesen,
geçmesem yollar kirlenir...

Benden kalan incelikler var sende
ateşimin örsüsün, sana akar ırmaklarım
akar
ve biterim...

Bitmesek taşarız
bitmek kirlenir...

Topla denklerini ürkmeden
külü dök, ateşi yüklen
kentlerde yazısı silik duvarlarsa, bulvarlarsa geçilen
sen, sen ol apansız gelen gece bitmeden
gelmesen söz kirlenir...

Kime aitse kucağın
açık tut
ve diri
tutmasan insanlığın kirlenir...

Bak sevda bu, tut söz
hem kim var ki böyle sevecek seni?

Öpmesem dudakların,
yazmasam şiir
sevişmesem kadınlığın kirlenir...

Ve bir gün değil, her gün her şey kirlenir
çalarak bir şeylerin hayattan ve insandan
yenibaştan
yenibaştan...

Kirlenmeyen tek şey ise
kirdir...

Rüzgâr
ve kar
kar... Yurdumda
bir dal daha kırılıyor rüzgarda
kimseler bilmiyor
o dalı yeşertebilir miyiz Feride
baharda?

İki gözüm, kar yağıyor dışarıda
elimden terliyor ellerin
kar yağıyor yoksul gecelerine ülkemin
pencerelerine perdesizliğin...

Kara kan karışıyor!

Kara bin damla kan düşürüyoruz
çoktandır ayaz günleri ülkemin...

Kar da
kar değil,
kan mevsimi...

Bırak, serseri yağmurlar, darbeci generaller, vizite
kağıtları ve gündelik telaşlar bir an bir yerlerde kalsınlar!
Gecenin yüzüne karşı konuşan cinayetlerde ölümdü,
kederdi, hasretti gördüm!
Tüyleri dökülen bir kuşun yüreği kadar sıcak
ve bir kez ağzımızdan çıkmış bir küfürdü hayat!
Şimdi göç yollarında mısın?
Yurdunu mu yitirdin?
Örselenmenin yurdu
yok! Aşkın yurdu
yok! Özlemenin
yok!

Daha gece bir keder salkımıyla geliyor; Bir salkım da
bizden! Yollara çıkmanın yurdu
yok! Yürümenin
yok!

Şimdi hasret iri gözlü bir çocuktur çırılçıplak kıyılarında
her uçurumun! Göç yollarında yurdum yağmadır, kabarık
ve kangren! Ömürlerin ömrü
yok! Efkarın takvimi
yok!
(Yok! yağma, kabarık ve kangren...)

Şimdi bir namlu gibi gözlerin
dışarıda kar dinmiş
çamlar gelin...

Bak, bir izbe oda düşmüş payımıza
ısrarda çoğalıp, inadına
ışıkları söndürelim
susmasın elim
tenimi tanı
kokumu
ve terimi
bu çığlık bir bıçak olup yırtacaksa geceyi
al, göm göğsüne dağlanmış
suretimi
al da susalım biraz...

Hep aynı göğe büyürken ellerimiz
bana bir ölüm tarif et Feride
yakma cıgaranı!
Çek şu kibriti de
olur ya
dinamit gibiyim bu gece...

Aldırma! Bir kere de sevk olunmuş suretim
kadınım
kardelenim
gülenim...

Daha yenile yenileme bana abanıyorsun sen de
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutunmak oluyor yangın yerlerinde
bırak! Çarşılar bana abanmasa da
çarşılara abanacağım yine
yoksa yaşamayı oynamıyorum işte
yoksa bu şiir burada biter Feride...

Çarşıları yalnız, kentleri öksüz
şiirleri yarım bırakmayalım!

Kentler kent değilse
parçalanırım yine
gömleğimi boşuna ütüleme
bencağız, damarlarım dökülsün caddelere
ter damlasın yüreğimden yerlere
çarşılar bana abanmasa da
bırak! Ben çarşılara abanacağım yine...

Şimdi sınasam
mı gücünü göğe sokulan ellerimin?
Sıkıyönetim ''dört ay daha'' olağanlaştı
karanlık koyulaşıyor üstünde çok öldüğüm günlerin

Sonra kirli bir duman çöküyor kente
serçelerde sonbahar mahmurluğu...

Şimdi porno ve arabesk geceleri bu kentin
ve ölesiye yanlızlığım;
Candan geçip Feride'den geçilmez geceleri bu kentin...

(Bir de sen... Sen Feride, olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam,
kanmasam mahvolurum kız, mahvolurum!)

Sana bir bıçak vereyim rüyalarımı dağıt
bir rüzgar vereyim külümü
bir sevda vereyim kuraklığımı dağıt...

Biz o yıllar rezil gecelerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük
sıcaklığımı al şimdi bu üşümeleri dağıt...

Bak, bu kentler yeter bize
sevişmek için de, çıldırmak için de!

Kalabalık ol gel yalnızlığımı
gövdemi vereyim gel dağıt açlığımı...

D(erken) yıllar geçer
o herhangi bir gün de akşam olur
akşam olur sen bana bir bardak çay getirirsin
ensenden öperim, o saat bardakta şeker gibi erirsin
sen bir yaz güneşisin bakınca gözlerin bir sevinir bir sevinirsin...

Yüreğimden ansızın okul çocuklarının trampetleri geçer
tramvaylar, havai fişekler geçer
benim yüreğimde ise hep uzak ki yollar
içinden uzun yol otobüsleri, sessiz ırmaklar geçer
benim ırmaklarım,
ırmaklarım benim senin gözlerinden geçer...

(Biz on ikiden vurulmuş Eylüllerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük!)

Şimdi "kaç" diyorsun da
başka sokağım yok ki
yağmurum yok ki benim!

Sokaklar mühürlüdür burada
kalbinde kör bir baykuş telaşı saklar
benim yüreğimde ise hep bir tabur konaklar...

Kalsam da bu kent beni yaralar
sabahları da kederli çocuk gözleri
göğsünde sahte lambalar...

Sonra bir yağmur
ipince
bir yağmur daha başlar
ölümün taht kurduğu varoşlarda nasıl da kirlenir aşklar...

Yorgun bir baş ayrılacak gövdesinden
ve bir kaçak gibi gideceğim bu kentten...

Dışarıda simsiyah bir geceye çarpan hırçın rüzgarlar
olsun;
Siz başka ölümlerde arayın beni
gidiyorum, yollar kollasın kederimi
gidiyorum
bir uzun yol otobüsünün camına düşerek başımı
bir kaçak gibi...

Bir baş nasıl ayrılır gövdesinden?

Bir rüzgar,
ikliminden?

Bir ırmak,
sesinden?

Bir şair,
bir şiir ülkesinden?

(Her ipi denedim infazıma!)

O kuşlar yine çarpacak o mavinin alnına
o çocuk sekerek yine okul yoluna
kapımı kimse çalmayacak belki
artık uçurdum yüreğimin ıssızlığından ıslak güvercinimi
ömrüm kopacak bir infaz ipi...

Belimde bir silah var bu gece dağıtacağım beynimi
bu gece
yine gece
dağıtacağım geceyi birdenbire
damıtacağım yaşamdan rengimi
şu başına buyruk takvimleri, kinleri, kirleri
belimde bir silah var dağıtacağım beynimi
ömrüm kopaca bir infaz ipi...

Sonra ışıklar ve ıssızlıklar içinde, yeniden
yürüsem de uğultulu bir gençlikle
ömrüm kuşatılır ihtilallerle...

Her bıçak tenimi
her namlu beynimi sınar...

Tutuklarken yangınlar acemi dilimi de
bir anı... Bir dize kalır belki geride
kirli yaşansa da günler belki çevrilir maviye
(ve güzel bir imge
dolanır dünyanın eksenini yine...)

Hayat, hep böyle düşünmek, düşmek;
''düşmek'' dedim de
düştüğüm çok oldu biliyor musun?
Ve düşürüp bir şeyleri düşündüğüm çok oldu...

Ağlar gibi olup
da ağlamadığım;
ağlayamaz gibi durup
da ağladığım, çağladığım çook!

Yurtsuzdum, bunu yazdı bültenler de
yurtsuzdum da yeni bir yurt kurdum kalbime
sana bile vize koydum, kimlik sordum Feride

(Ben feodal bir yaraydım belki de...)

Oysa ki iki tufandık seninle
lavlardan ayrı düşmüş iki kanardağ
savrulduk usulca günlerin dargın göğsüne...

Hani yüzün kar çiçekleri gibi açardı
yüzün sığmazdı öpüşlerime ve hep bir kuytu ararken özlem tüten yüzünde
hiçbir aşkı mevsimsiz yaşamadım
da kaç mevsim aşksız feride...

Oysa ki tufandık seninle
yatağını arayan iki ırmak belki de
çoktandır dalgınlığımı düşünüyorum göğsüne
yorgunluğumu, solgunluğumu bu dar evlere...

Ve akşamüstleri taşıtların amansızca zırladığı bu kentte
geceler karanlık, çiçekler uzak, aşklar dağınık
beni anlamıyorsun!

Ve biz seninle soğuklar kadar yoksul
çünkü bir ekmeğin öyküsü ilişmiş kimliğime......
Sonra geceler boyu izimi sürdü kan düşmanlarım
ansızın sesimi koyacak yer bulamadım
bir sesim vardı
bas bariton
onu dağlara emanet ettim
duruyor
orada
çapraz asıllı silahların gizli esmerliğinde....

Artık gözümü kırpmadan vurabilirim kendimi de;
Vurabilirim kendimi bir usturanın katil çeliğiyle
ya da o silik duvar yazıları önünde bir paslı tüfekle!
24.00 sonrası... Kanlı karanlık çekilirken rengine
bir namlunun ansızın dağıtacağı beynimi
bırakabilirim bulvarda aç gezinen itlere
ardımdan kan
kan koksun gece!

(Bilirim cesedimin üstünde bir dal kırılır, bir yaprak hışırdar yine; Orada 'kime ne'sin
sen; Alıp gidesin kendini kendinle...)

Ölürsem heceler kalır dişlerimde
ay biter
se
bende biter,
ay üşür
se
ölmüşlüğüm kadar üşürüm ben de
kalınca ömrüm ölüme
yalnız!

(Zaten yalnızdım...)

(SONRA BENİ İŞGÜZAR TÜRK BEKÇİLERİNE EMANET EDİNİZ...)

Yalnızdık dağlara karşı
ya kentlere?
Kentler ki tükürsek içinde boğulacaktık
sulara karşı yalnızım
gecenin desenine ay dokununca
yanlızdık
yük ve türkü taşıyan o ipek yollarına bir de...

İşte şimdi ay kanar
yoksa başka ne kanar?
Ve uzakta, bozkırlarda atlar... Atlar... Atlar...
Atlara yalnızdık!

Yanlızdık karanlığa Feride...

(Şimdi vuruldu bu sevdada bu fısıltıya
çiğnenmiş bir bahçedir artık ömrümüz!)

Denizleri özlerdi Feride
elleriyle atlasları örterdi
deniz yellerini atlasların...

Kaldırımlarda "Fosforlu Cevriye'ler biterdi, sonra yazlık sinemalarda evde kalmış
kızların ciklet çiğnemeleri; Mahallelerin bıyıkları tütün kokan emeklilerin ve renkli
giysileriyle külhan gençleri..."

Bir de sen... Sen Feride olsan da!

(Herkesin bir Feridesi vardır ben bilmez miyim herkesin bir ayakkabısı gibi bir de
şarkısı herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim bir de kimsesizliği...)

Yanmaktan değil, yakmaktan 'müebbedenmen' ömrümde
iri dağlar, güzel kadınlar sevdim yinede
ve bir tutam hırçın gençlikle
yürüdüm takvimlerin amansız büyüsüne
yüreğim hep uçurumlar denginde...

(Ve hangi renkte olsakta
kalarak bizi sarıp sarmalayan günlerin asıl rengine
rengarengine...)

Benim ömrüm hep beyaza kandı ey 'şarkısı beyaz'
ama hangi beyazı tutsam gri oluyor
sonra boğuluyor
kararıyordu...

Hiçbir beyaz
bembeyaz;
hiçbir yaz,
yaz
kalmıyordu!

(Bütün griler eskiden beyazdı Feride...)

Tüketmeden bir sevda ezgilerini bir ünlem olmak varken;
üç mevsim ilk yaza açılırken yeşile dolmak, yerküreyi
uçurumlarda bile sarmaşık gibi sarmak, tek telden her
tele bir akort olmak, dorukların dağlarına tutunup kalmak, meydanlarında, halaylarda
diz kırıp gülmek
varken;
Sen sar ve sor bırakıp gitmek varken...

Çünkü yalnız sana gelmiştim, dağılmıştım, sevmiştim;
kabaran belam, en unulmaz sularda vurgun yenilmiştim...

(Artık sen... sen Feride olsan da
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kansan da
kansan da mahvolmuşum kız, mahvolmuşum!)

Her yağmur bir gök bulur, elbet kendine; Her yeşil bir dal, her su bir damla, her ateş
bir kül, her takvim bir yıl bulur elbet kendine! Her yangın bir duman, her öğrenci bir
okul, her artı bir eksi, her yol bir taşıt, her soru bir yanıt;

Her Aragon bir Fransa
her Fransa bir Elsa...

Her Karacaoğlan bir zülüf bulur (yeter ki bakmayı bilin, her yarin bir zülfü vardır);
Her ressam bir tuval, her kış bir ayaz, her kitap bir okur, her şarap bir adam bulur
kendine; Yeter ki şarap, şarap olsun, içen çıkar...

Her deniz bir martı, her ömür bir tufan, her rüya bir uyku, her nota bir şarkı, her
mezar bir ölüm, her ağaç bir kök, her dağ bir duman, her güneş doğacak bir
kuytuluk bulur ya kendine,
bulur ya;

Ben
senden
başka
sen
bulamam
b u l a m a m !

Paramparça kıldım şiirimi
bu kadar b(ölüm) yeter mi?

S
o
n
r
a

a
ş
k:

Sonra!
Ve ben gittim yüreğimde kan gülleri...
Siz de o aşkın teninde dinamit sayın beni!

Yılmaz Odabaşı

6 Mart 2009 Cuma

Ey Hayat


Ey hayat,
sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında yokum ben bu oyunda,
Ömrüm beni yok saysın...

Yaşam bir ıstaka;
Gelir vurur ömrünün coşkusuna.
Hani tutulur dilin,
konuşamazsın...

Tırmandıkça yücelir dağlar.
Sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü;
Tutunamazsın...

Eloğlu sevdalardan dem tutar,
aşk büyütür yıldızlardan;
Senin ise düşlerin yasak,
dokunamazsın...

Birini sevmişsindir geçen yıllarda.
Açık bir yara gibidir hâlâ.
Hâlâ ne çok özlersin onu,
ağlayamazsın...

Yolunda köprüler çürür.
Sesin, sessizlik sanki bir uğultuda.
Savurur hayat kül eyler seni,
doğrulamazsın...

Yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda.
Her şey çeker ve iter,
anlatamazsın...

Yaşam bir ıstaka,
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna.
Sesinde çığlıklar boğulur ama,
bağıramazsın...

Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana;
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın...

Yazdırmalısın mezar taşına:
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında hiç olmadım ben bu oyunda.
Ömrüm beni yok saysın...

1999 Tekirdağ-Saray-Kapalı Cezaevi

Yılmaz Odabaşı

29 Ocak 2009 Perşembe

Akşamdır


Suları
boğdu
dalgalar.
Ses hoyrat,
sevinç yılgın,
şakaklarım sonbahar...

İklimi kurak aşkların...
Yapışmış tenime ter, elime kir,
sessizliğin ortasında bir deli rüzgâr.

Akşamdır
avuçlarında marmara'nın...
Akşamdır,
şiire karıştı sular,
sularda çoğalır sevdalar;
Ellerim
ah
ellerim,
nasıl
anlatsam,
gece...
Gece kokuyor çocuklar...

Yılmaz Odabaşı