çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret
ve merhamet...
çekilmez bir adam oldum yine :
uykusuz, aksi, nâlet.
yine her seferki gibi haksızım.
sebep yok,
olması da imkânsız.
bu yaptığım iş ayıp
rezalet.
fakat elimde değil
seni kıskanıyorum
beni affet...
Nazım Hikmet
25 Ağustos 2014 Pazartesi
8 Ağustos 2014 Cuma
Abbas
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı Tarancı
6 Ağustos 2014 Çarşamba
Pasaport Kahvesi
Kıyıda, taşın üstünde
oturmuş denize bakıyor
Kimse konuşmuyor onunla
ne rüzgâr ne de İzmir
Gün bitiyor ve lacivert
sözcükler çekiliyor
susuşların ipek ağıyla
Az ötede Pasaport kahvesi
- Gel, bir bardak çay içelim
diyor bütün gün beklenen
Bulut suya değiyor
su zamana
ve yalnız çakıltaşları
değil aşınmakta olan
Batık bir gemi
gibi uzaklaşırken ordan
yakamozlar kalıyor geride
balkıyan acılar gibi
Eskiyen neydi günboyu
yaşanan neydi
hangi bıçağı biledi deniz
Işıklar sönüyor kıyıda
ve burkulan bir yürekle
çekip gidiyor bu kentten
Ahmet Telli
oturmuş denize bakıyor
Kimse konuşmuyor onunla
ne rüzgâr ne de İzmir
Gün bitiyor ve lacivert
sözcükler çekiliyor
susuşların ipek ağıyla
Az ötede Pasaport kahvesi
- Gel, bir bardak çay içelim
diyor bütün gün beklenen
Bulut suya değiyor
su zamana
ve yalnız çakıltaşları
değil aşınmakta olan
Batık bir gemi
gibi uzaklaşırken ordan
yakamozlar kalıyor geride
balkıyan acılar gibi
Eskiyen neydi günboyu
yaşanan neydi
hangi bıçağı biledi deniz
Işıklar sönüyor kıyıda
ve burkulan bir yürekle
çekip gidiyor bu kentten
Ahmet Telli
2 Temmuz 2014 Çarşamba
Beni Unutma
Bir gün gelir de unuturmuş insan
En sevdiği hatıraları bile
Bari sen her gece yorgun sesiyle
Saat on ikiyi vurduğu zaman
Beni unutma
Çünkü ben her gece o saatlerde
Seni yaşar ve seni düşünürüm
Hayal içinde perişan yürürüm
Sen de karanlığın sustuğu yerde
Beni unutma
O saatlerde serpilir gülüşün
Bir avuç su gibi içime, ey yar
Senin de başında o çılgın rüzgar
Deli deli esiverirse bir gün
Beni unutma
Ben ayağımda çarık, elimde asa
Senin için şu yollara düşmüşüm
Senelerce sonra sana dönüşüm
Bir mahşer gününe de rastlasa
Beni unutma
Hala duruyorsa yeşil elbisen
Onu bir gün benim için giy
Saksıdaki pembe karanfilde çiğ
Ve bahçende yorgun bir kuş görürsen
Beni unutma
Büyük acılara tutuştuğum gün
Çok uzaklarda da olsan yine gel
Bu ölürcesine sevdiğine gel
Ne olur Tanrıya kavuştuğum gün
Beni unutma..
Ümit Yaşar Oğuzcan..
25 Haziran 2014 Çarşamba
Kazım Koyuncu - Yalnızlığı Anla
|
|
Grup KOR - Öbür Yarım
Gürültüyle açtım gözlerimi
Seninle zinam günah değil
Kapattım ışığımı gölgelere
Gidip de dönmemek suçum değil
Yeşerdi umutlarım ellerinde
Bu gece meyler haram değil
Elimde olsa küserdim
Cebimde olsa giderdim
Sen benim öbür yarım
Bu dünyaya gülen yanım
Acımaz amma etim benim
Koparıp atsam çözüm değil
Sarhoşum gözünde uyan diyemem
Teninden damlayan şarap benim
Elinden içipte eren benim
Elimde olsa küserdim
Cebimde olsa giderdim
Sen benim öbür yarım
Bu dünyaya küsen yanım
söz-müzik-düzenleme: Atıl Ünal
18 Haziran 2014 Çarşamba
Şeyh Bedrettin Destanı ( 9.ve 10. Bl)
9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...
•
En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
- bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
10.
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
dediler ona:
«— Daha pazar
kurulmadı
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadı
durulacak.
Boynu daha
vurulmadı
vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
gün ağarıyor.
Cellât Ali,
Mustafayı
çağırıyor!
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «— Dostlar
bırakın beni
bırakın beni.
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayınız
dayanamam.
Sanmayınız
yandığımı
el âleme belli etmeden yanamam!
Dostlar
"Olmaz!" demeyin,
"Olmaz!" demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut değil bu
armut değil bu,
yaralı olsa da düşmez dalından;
bu yürek
bu yürek benzemez serçe kuşuna
serçe kuşuna!
Dostlar
biliyorum!
Dostlar
biliyorum nerde, ne haldedir O!
Biliyorum
gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
bir deve hörgücünde
kanıyan bir çarmıha
çırılçıplak bedeni
mıhlıdır kollarından.
Dostlar
bırakın beni,
bırakın beni.
Dostlar
bir varayım göreyim
göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafayı
Mustafayı.»
•
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
Dede Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..
Nazım Hikmet
11 Haziran 2014 Çarşamba
Yellow Raven SARI KUZGUN
The yellow raven sipped the air
Sarı kuzgun havasını yudumladı
Of thunder and of rain
Gökgürültüsü ve yağmurun
The yellow raven sipped the air
Sarı kuzgun havayı yudumladı
Gentle eyes kissing the rain
Güneşi öpen kibar gözler
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Take me away to somewhere
Beni çok uzaklara götür
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Answer to my yearning
Hasretime cevap ver
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
The firebird began to cry
Ateş kuşu ağlamaya başladı
When the music died away
Müziğin sesi azalıp kesildiğinde
The firebird began to cry
Ateş kuşu ağlamaya başladı
And smoke was slowly drifting by
Ve duman yavaşça sürükleniyordu
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Take me away to somewhere
Beni çok uzaklara götür
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Answer to my yearning
Hasretime cevap ver
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Scorpions
Söz Müzik: Ulrich Roth
Yellow Raven Dinle
Sarı kuzgun havasını yudumladı
Of thunder and of rain
Gökgürültüsü ve yağmurun
The yellow raven sipped the air
Sarı kuzgun havayı yudumladı
Gentle eyes kissing the rain
Güneşi öpen kibar gözler
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Take me away to somewhere
Beni çok uzaklara götür
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Answer to my yearning
Hasretime cevap ver
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
The firebird began to cry
Ateş kuşu ağlamaya başladı
When the music died away
Müziğin sesi azalıp kesildiğinde
The firebird began to cry
Ateş kuşu ağlamaya başladı
And smoke was slowly drifting by
Ve duman yavaşça sürükleniyordu
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Take me away to somewhere
Beni çok uzaklara götür
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Where do you go, fantastic dreambird?
Nereye gidiyorsun harika hayali kuş?
Answer to my yearning
Hasretime cevap ver
Take me away from here
Beni buradan çok uzaklara götür
Scorpions
Söz Müzik: Ulrich Roth
Yellow Raven Dinle
3 Haziran 2014 Salı
Yüzünü Aradım, Geçtim
(yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...)
ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?
birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla! herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler. bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler.
yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...
işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. bir de(n) paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar... şarkılar yakıyorlar; şarkılar onları yakıyor sonra.
/İnsan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar!/
bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! ben soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni!
her şey sürdü yine, her şey! baktım daha durmuş da uzayın rengini demliyor asalak dünya; baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyuyordu kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!
sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana!
“anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna!” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.
yüzünü aradım...
yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.
uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte!
yüzünü aradım gökyüzünde...
yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada bir eski çağ enkazında!
kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dansederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...
yüzünü aradım, geçtim...
geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim!
geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...
“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan!
hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından... ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...
sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir ..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim... bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim!
gökyüzü tümünü de ağır ağız izledi; gökyüzünün renginden geçtim...
sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?
üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına... bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...
söyle senin yüzün nerede, yüzün?
nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen!
nerede, yüzün nerede?
sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor...
bir sorudur: “kurtarıcılar işgâlci olabilir mi? ya da işgâlciler kurtarıcı?” sonra oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...
öyle acı ki her şey unutmak istiyorum! kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak!
yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum... sonra asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocukları...
uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. ihtilalleri tutun çocuklar erken yaşlanmasınlar!
yarayı tutun, yarayı! güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum!
eski yoldaşların gözbebeklerinde kaynayan bir düşün düşüşünü unutmak! unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım!
biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...
örtülüşünü
usulca
aklığımızın
unutmak istiyorum...
işte bundan, coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık ve kabarık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...
yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün belki bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden. yakın o gün! beni yakın! savrulup aksın küllerim dicle nehrinden...
akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!
/ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../
artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!
ya kuşlar?
sahi, ne demek ister kalan kuşlar?
Yılmaz Odabaşı
ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?
birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla! herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler. bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler.
yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...
işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. bir de(n) paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar... şarkılar yakıyorlar; şarkılar onları yakıyor sonra.
/İnsan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar!/
bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! ben soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni!
her şey sürdü yine, her şey! baktım daha durmuş da uzayın rengini demliyor asalak dünya; baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyuyordu kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!
sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana!
“anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna!” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.
yüzünü aradım...
yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.
uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte!
yüzünü aradım gökyüzünde...
yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada bir eski çağ enkazında!
kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dansederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...
yüzünü aradım, geçtim...
geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim!
geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...
“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan!
hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından... ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...
sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir ..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim... bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim!
gökyüzü tümünü de ağır ağız izledi; gökyüzünün renginden geçtim...
sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?
üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına... bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...
söyle senin yüzün nerede, yüzün?
nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen!
nerede, yüzün nerede?
sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor...
bir sorudur: “kurtarıcılar işgâlci olabilir mi? ya da işgâlciler kurtarıcı?” sonra oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...
öyle acı ki her şey unutmak istiyorum! kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak!
yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum... sonra asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocukları...
uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. ihtilalleri tutun çocuklar erken yaşlanmasınlar!
yarayı tutun, yarayı! güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum!
eski yoldaşların gözbebeklerinde kaynayan bir düşün düşüşünü unutmak! unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım!
biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...
örtülüşünü
usulca
aklığımızın
unutmak istiyorum...
işte bundan, coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık ve kabarık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...
yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün belki bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden. yakın o gün! beni yakın! savrulup aksın küllerim dicle nehrinden...
akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!
/ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../
artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!
ya kuşlar?
sahi, ne demek ister kalan kuşlar?
Yılmaz Odabaşı
28 Mayıs 2014 Çarşamba
BÜTÜN KÜÇÜK ŞEYLER
Bütün küçük şeyler hatırlatır acıları
Yanağındaki gamzesi ya da uykulu sesi
Onlar seni bulurlar sen aramasan da
İçini kemirirler bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler peşinden gelirler
Beklediğin telefonun gelmemesini ben iyi biliyorum
Zevki kalmadı artık hayata sinirden gülüyorum
Adımı bile sildim ben kapımın zilinden
Öyle bir bıraktın ki nabzımı bulamıyorum
Bütün küçük şeyler hatırlatır acıları
Yüzündeki yastık izi sana gülümseyişi
Onlar seni bulurlar sen aramasan da
İçini kemirirler bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler peşinden gelirler
Şu an çocuğum olsa sakat doğar o kadar içtim bu gece
Kime konuşuyorum ki ben bunlar sana eğlence
Bu izler silinmez eminim bu izler kalır
Bedenim unutsa bile ruhum hatırlatır
Ne kadar özlediğimi bütün o küçük şeyleri
Söz Müzik: Yankı Sivrikoz
Düzenleme : Anemi
Bütün Küçük Şeyler
Yanağındaki gamzesi ya da uykulu sesi
Onlar seni bulurlar sen aramasan da
İçini kemirirler bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler peşinden gelirler
Beklediğin telefonun gelmemesini ben iyi biliyorum
Zevki kalmadı artık hayata sinirden gülüyorum
Adımı bile sildim ben kapımın zilinden
Öyle bir bıraktın ki nabzımı bulamıyorum
Bütün küçük şeyler hatırlatır acıları
Yüzündeki yastık izi sana gülümseyişi
Onlar seni bulurlar sen aramasan da
İçini kemirirler bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler
Bütün küçük şeyler peşinden gelirler
Şu an çocuğum olsa sakat doğar o kadar içtim bu gece
Kime konuşuyorum ki ben bunlar sana eğlence
Bu izler silinmez eminim bu izler kalır
Bedenim unutsa bile ruhum hatırlatır
Ne kadar özlediğimi bütün o küçük şeyleri
Söz Müzik: Yankı Sivrikoz
Düzenleme : Anemi
Bütün Küçük Şeyler
20 Mayıs 2014 Salı
İyi ki Doğdun
İyi ki Doğdun Aşkım, Birarada geçecek uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum sana...
Kimseyi görmedim ben
Senden daha güzel
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha özel
Kimselere de bakmadım
Aklımdan geçen
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha güzel
Sana nerden rastladım
Oldum derbeder
Kendimi sana sakladım
Senden daha güzel
Kimseleri de takmadım
Ölsem değişmem
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha güzel
Duman
Söz-Müzik: Kaan Tangöze

Kimseyi görmedim ben
Senden daha güzel
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha özel
Kimselere de bakmadım
Aklımdan geçen
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha güzel
Sana nerden rastladım
Oldum derbeder
Kendimi sana sakladım
Senden daha güzel
Kimseleri de takmadım
Ölsem değişmem
Kimseyi tanımadım ben
Senden daha güzel
Duman
Söz-Müzik: Kaan Tangöze

14 Mayıs 2014 Çarşamba
Madenci Şiiri
bilir misin dünya neyle yaşar
toprağın damarlarında kan diye benim terim akar beni duyuyor musun sobanın sıcağında eriyen kar tanelerinde hayır öyle değil gerçekten duyuyor musun ciğerlerimde katran birikiyor tenime pürüzsüz sular karışırken bir plastik boşluğundan soluyorum hayatı kızımı ve gerisini bak toprağın ta yüreğine vuruyorum beni duyuyor musun sobanın sıcağında eriyen kar tanelerinde sen güneşe bakarken hayran hayran, ben sönük ve sarı bir ışıltıyla adım atıyorum her an, ne tutsam karanlık ne yutsam kara karanlık dilimde damağımda kekremsi gözümde herhangi bir günden kalan aydınlık, taşlara kusuyorum ızdırabımı çelik kazma uçlarına karbonmonoksit kokusuna gözlerimdeki hüznü gör istiyorum dokunuşlarımda toprağın sıcaklığı bir ben bilirim kır yılanları nerde pullanır bir ben bilirim ölü kanların aktığı çukurları gözlerimdeki hüznü gör istiyorum dokunuşumda toprağın sıcaklığı benden dinlemelisin yerlerin hikayesini kalbine indikçe taşlaşan bir dünyadayız unutuveriyor insan sarı siyah rengini kızaklar, demir arabalar bin mağaralıya anlat sevincini benden dinlemelisin toprak hikayelerini kalbine indikçe taşlaşan bir dünyadayız an gelir atilla ilhan ölür zihnimde biriken grizular patlayıverir kapanır ruhların göğe çıkan yolları insan bir ölüyken nasıl ölüverir bilinmez sevgili kara ölüye açar mı kolları soğuk bedenim sımsıcak toprağım ışıtıyor mağaraları dipsiz kuyuları ben yerlerde kurulmuş bir mahzenim bir zaman gelir apansız atilla ilhan ölür... ölür gibi zihnimde grizular patlayıverir yağmur sularıyla yıkayın çocukları şirin odalarda ısıtan bedenimi yüzümdeki katran toprağımın sevgisidir mor güneşlere tutun tenimi terimi ellerimi bir fabrika çarkına açın gözlerimi yumun üstüne çaresizin fakirin açın, haykırın işte tam da böyle ölür kayanın adamları demek böyle ölür kayanın adamları yağmur sularıyla yıkayın çocukları şirin odalarda ısıtan bedenimi |
Hamdullah Arvas
|
1 Mayıs 2014 Perşembe
Karanfil
demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini yaşıyor
bir çarşı her gün ölüp ölüp diriliyor
radyoda iyi ayarlanmamış bir istasyon
gibi insanın sinirine dokunan sesiyle
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini
demek geldin
çoktandır hiçbiryerdeydin
sen denize bakıyorsun ya
ben sana aşkları anlatmak istiyorum
unutulmuş masalları
unutulmuş masallardaki aşkları anlatmak istiyorum
sen denize yürüyorsun ya
ben sana herkesten önce özgür olmak için
mahkum ranzalarındaki çentiklerden çalıp
kendi çentiklerime kattıklarımı
anlatmak istiyorum
çarpıp duran bir pencere kanadı gibi
çarpan kalbimi
sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında
Salih Polat
5 Nisan 2014 Cumartesi
Adalet
İnsansız adalet olmaz
Adaletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu!
Ama, olmaz olsun...
Özdemir Asaf
3 Nisan 2014 Perşembe
Beceriksiz
Bir seni seviyorum
iki seni seviyorum
Üç seni seviyorum
Seni çokca seviyorum
Bunu söyleyebilmek için varımı gücümü sarfediyorum
Arzu edilen bir incelikle
Dünyada bilemedim ben o en küçük şeyi
Arzu uyandırmayı
Uyandırmayı istediğim anda bile
Buysa eğer sözü edilen duygu masum bir teşhirciliktir alt tarafı
Fiziksel olduğu kadar ahlaksal da bir konu
Allahın belası şey tüm bunlar hiç de ferahlatıcı değil
Çekim gücü olarak sıfır noktası
Aragon
iki seni seviyorum
Üç seni seviyorum
Seni çokca seviyorum
Bunu söyleyebilmek için varımı gücümü sarfediyorum
Arzu edilen bir incelikle
Dünyada bilemedim ben o en küçük şeyi
Arzu uyandırmayı
Uyandırmayı istediğim anda bile
Buysa eğer sözü edilen duygu masum bir teşhirciliktir alt tarafı
Fiziksel olduğu kadar ahlaksal da bir konu
Allahın belası şey tüm bunlar hiç de ferahlatıcı değil
Çekim gücü olarak sıfır noktası
Aragon
26 Mart 2014 Çarşamba
Teğet
herkes kırılamaz
ipince bir dal olmak gerekir
kırılmak için
ama dünya kütüklerin...
ağlayamaz herkes
ağlayabilecek kadar büyümek gerekir
dünya ise küçüklerin...
sevemez herkes
bir orman olmak gerekir sevmek için
bak ki dünya çöllerin...
ve vakur bir damla olmak
dalga için
katılmak okyanusa aşk için, isyan için.
Yılmaz Odabaşı
ipince bir dal olmak gerekir
kırılmak için
ama dünya kütüklerin...
ağlayamaz herkes
ağlayabilecek kadar büyümek gerekir
dünya ise küçüklerin...
sevemez herkes
bir orman olmak gerekir sevmek için
bak ki dünya çöllerin...
ve vakur bir damla olmak
dalga için
katılmak okyanusa aşk için, isyan için.
Yılmaz Odabaşı
14 Mart 2014 Cuma
Delikdeşik
kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik sen de kan içindesin
Attila İlhan
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik sen de kan içindesin
Attila İlhan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)