13 Ekim 2010 Çarşamba

Leyla ile Mecnun -I-


İnsanlık tarihinin hafızasında zamanımıza taşıdığı en büyük aşklardan biri Leyla ile Mecnun’un aşkıdır. Dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış İslam ülkelerinde yüzyıllardır bu dünyaya gelip giden tüm kuşaklar, ki bunların çoğu hiç okul yüzü görmemiş olsalar da, Leyla ve Mecnun’un aşkını bildiler. Belki hikayeyi bilemediler, ama hayal ettikleri aşkın, Leyla Mecnun aşkına benzemesini istediler. Hayalini kurdukları en büyük aşk neyse, işte oydu Leyla ile Mecnun'un aşkı.

Yalnızca İslam edebiyatlarında en bilinen aşk mesnevîlerinin konusu olmanın dışında Leyla ile mecnunun hikayesi, Türk halk edebiyatında da oldukça yaygındır. Kahramanlarının gerçek kişilikler olduğu sanılmaktadır. Bir rivayete göre Mecnûn, Arap şâiri Kays b. Mülevvaha Âmirî'nin lakabıdır. Bu hikaye de onun şiirlerinin yorumundan doğmuştur. Emevî ailesinden olup amcasının kızını seven bir genç olduğunu söyleyenler de vardır. Leylâ'nın gerçek adı ise Leylâ binti Meh-dî b. Sa'di'l-Âmirî'dir.
Necit çöllerinde yaşayan Ben-i Amr kabilesinde, dünyaya gelen Leyla ve Mecnun çocukluklarında birlikte okula giderken birbirine âşık olurlar. Nizami Leyla’nın güzelliğini şöyle tasvir eder;
“Sıhhatli mükemmel güzel bir kız. Akıl gibi iyi şöhrete sahip. Zarif bir bebek kadar güzel, ay gibi bir kız. Yüksek servi gibi herkesin bakışını kendine çeken bir dilber.
0 kadar cilveli ki ufak bir yan bakışla bir değil bin sine yarar. Bir ahu gözlü ki her zaman bir cilvesiyle bir cihanı öldürür. Göründüğü zaman Arabistan ay'ı gönül kapmakta Acem Türkü. Zülfü gece, yanağı meşale. Yahut karga pençesinde bir meşale. Ağzı küçük, fakat mertebesi büyük. Geniş bir lezzeti dar bir mahfazaya sığdırmış bir şeker kutusu.
Tatlı tatlı konuştuğu zaman dişleri arasında şeker kırıyor zannedersin. O ordular kıran dilber, elbette şeker kırar. Arkadaşları arasında bir muska ve en güzellerin ağuşuna lâyık. Hayat evinin hanımı, gençlik kasidesinin şah beyti, alnından inciler gibi damlıyan ter damlaları onun zenh bendi- ve zülfünün halkası da amberini idi.
Yanağının allığı sütle beslenen kandandı. Anadan doğma sürmeliydi. Zülfünün siyah teline ve onun bir düğümü gibi duran benine, güzelliğinin incileri dizilmişti. Her gönülde onun aşkı vardı. Saçı gece (leyl) , adı da (Leylâ) idi. Kays ondaki cazibeye gönül verdi ve gönül mihri (nikâh) ile onu satın aldı. O da Kays'ın sevdasına
düştü ve her ikisinin göğsünde sevgi fidanı yetişti. Aşk geldi ve birbirine çok uygun olan bu iki gence ilk aşk kadehini sundu. İlk sarhoşluk, ilk şarap çok zordur. Hiç sevdayı tatmamış bir gönülün ilk düşkünlüğü çok zordur. Sevgi gülünü kokladıktan sonra artık birbirinden ayrılmadılar. Bu (Kays) , canını onun güzelliğine vermiş, sevdiğinin gönlünü almış, fakat canını (ki sevdiğidir) elde edememiş.
O (Leylâ) , bunun (Mecnunun) yanağına göz koymuş ona gönül vermiş fakat onun gönlünün muradını vermemiş. Durum böyle olunca da aşk gerçekleşti.

Nizami anlatıyor;
Bunlardan birisinin bir yeri incinse ikisi birden feryat ederdi. Aşk gelince kayıtsızlık kılıcını çekip evi(başka sevgilerden) boşaltır. Aşk, onlara gam verip gönüllerini aldı. Artık gönül verince kararları da kalmadı. Aralarındaki bu sevişme dedikoduyu mucib oldu. Her tarafta Kays'a arsız ve terbiyesiz dediler. Her mahallede Leylâ, artık sırrı dillere düşmüş bir kız haline geldi. Bu muhakkak olan sevgi (muhkem ayet) herkesin ağzında başka bir hikâye şeklinde tefsir edilmiye başladı. Bu sırrı meydana vermemek için kendilerini çok tuttular. Fakat göbek misk’inin kokusu gizlenebilir mi?

Bu aşktan haberdar olan bir dost, bir gün bu aşkın güzelliği üzerinden duvağı kaldırdı.
Bu çıplak aşkı örtmek için çalıştılar, sabrettiler.
Aşkta sabrın ne faydası vardır. Güneş balçıkla sıvanmaz ki! Bin gamze ile insanı aldatan (gamz eden) bir göz karşısında o sır nasıl perde içinde gizli kalabilir. Bin halkalı zincire benzeyen o zülüf karşısında insan deli olmaktan başka ne tedbir kullanabilir. Böyle dillere düştükten sonra biraz akıllanır gibi oldular. Birbirlerine kaçamak nazarlarla bakmaya başladılar.
Kays'ın hali perişandı, aşkın çemberi içine düşmüş, bir yerlerde duramıyordu. Leylâ ile bir arada idi. Lâkin yine sabredemiyordu. Bir anda gönlü elden gitmişti. Hem kırba delinmiş, hem eşek yuvarlanmıştı. Onun gibi aşka düşmemiş olanlar kendisine 'Mecnun' lâkabını verdiler. O da zavallı haliyle bu lâkabı tasdik ediyordu. Çok kınadılar, Mecnun'dan yeni ay'ı (Leylâ'yı) gizlediler. Köpekler gibi hırlıyan ahu yavrusunu (Mecnun) taze çayıra (Leylâ) yaklaşmaktan menettiler.

Nizami

Hiç yorum yok: