9 Ocak 2016 Cumartesi

Anneannemin Son Ölümü

Ellerindeki damarları ve yüzündeki kırışıklıkları görseniz yüz elli yaşında zannedersiniz oysaki sadece seksen dört yaşında. Anneannem, yakın-uzak gözlükleri, bozuk para çantası, keyifli akşam üstlerinde tellendirdiği Ballıca sigarası ve her şeyden önemlisi bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlıklara katlanabilme gücüyle gönlüme taht kurmuş bir tiplemedir. Velâkin ondaki bu yalnızlığa katlanabilme gücü bir yandan da hep ürpertmiştir beni. Çünkü sadece ben ve televizyonda gördüğü insanlar yetiyor ona. Misafirliği uzatan komşulardan ve soğuk kış gecelerinde pencerelerin önünde
usulca mırıldanan kedilerden bile rahatsız oluyor. Yanında benden başka hiçbir canlının varlığına tahammülü yok. Çoğu ihtiyar böyle değildir, kendilerini terk edilmiş hissederler. Arka balkonlarda unutulmuş paslı su varilleri gibi. Bu yüzden de en ufak bir ilgi belirtisinde hemen yelkenleri suya indirirler. Bayramlarda gözleri dolar örneğin, kendilerinden beklenen bütün basmakalıp tavırları yerine getirirler.
Annem babam olacak insanlar bir trafik kazasında öldüler. Pek üzülmedim. Beni anneanneme bırakıp davetli oldukları bir akşam yemeğine gidiyorlardı. Bıraktıkları yerde kaldım. Bazen ne uzun yemekmiş diye düşünüyorum, sanki dönecekler de üç sene süren yemeği anlatacaklar, yiye yiye yüz elli kilo olmuş olacaklar Allah bilir. Kendini kandırmaca, en sevdiğim oyun.
   Yoksa bizim arabanın hurdasını da gördüm, girdiği kamyonun altında akordeona dönmüş. Hurdacıdan iki bin lira aldık, anneannem “O para harcanmaz,” dedi. Ramazanda fitre verdiği, kendisinden on yaş genç ihtiyar bir teyze vardı, yarı sağır, ona verdi.
Aradan çok uzun zaman geçti, çok büyüdüm, onları özledim mi? Daha çok geceleri. Öfkeyle sıvanmış bir özlem. Bazen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde alışkanlıktandır deyip uyuyorum. Beni bu çıkmazdan Yasemin kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz süre istedi. Yedi sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyorum, daha çok gün batımlarında. Sadece gittikleri şehrin ismini biliyorum oysa. Dediğim gibi, kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin edebilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.
Anneannemin en önemli özelliği ölmemesi. Geçirdiği hastalıkların haddi hesabı yok, her türlü badireyi atlattığından olsa gerek hayatta kalma sanatını çok iyi biliyor. Dolabın yanında otuz tane ilacı var, hangisini neden aldığını tam olarak bilmiyorum. Sadece aynılarından içmemesine dikkat ediyorum. Bir gün bütün bu ilaçların plasebo etkisinden başka bir esbabı mucibesi yoktur diye düşündüm, onların yerine değişik renklerde bonibonlar verdim. Öyle değilmiş. Sahiden hastalandı, beni rahmetli dedem Rüstem Bey zannetti. Bir duvardaki fotoğrafa baktım bir de kendime. İçten içe korktuğum, fazla bakmamaya çalıştığım bir fotoğraftı o, dedeme olsa, yirmi beş sene önce ölmüş birinin siyah beyaz fotoğrafı sonuçta. Anneannem beni o fotoğraftaki adamla karıştırıyorsa harbiden hastalanmış demekti. Elini tuttum, buz gibiydi, evdeki bütün battaniyeleri attım üstüne, yeni döşettiğim kaloriferleri sonuna kadar açtım, ayaklarını ısıttığı elektrik sobasını da tuttum yüzüne, böylece ısınıp hayata döndü. Sonra bir daha denemedim bunu. Çünkü anneannem beni bu hayatta anlayan tek kişi, başımı yaslayabileceğim en yumuşak yastıktan daha yumuşak bir insan ve tek bir siyah saçı yok.
   Bütün ev ödevlerimi beraber yapıyoruz. Bana ödev verildiğinde anneannem kendine verilmiş gibi sorumluluk duyuyor. Geçen sene matematikten çaktık. Fonksiyonlar zor geldi, çıkamadık işin içinden. Veli toplantısına beraber gittik. Çünkü her yere beraber gideriz. Anneannem matematik hocası olan yeni mezun kızcağızı bir köşeye sıkıştırdı, “Matematik hocası sen misin?” diye sordu.
“Evet teyzecim.”
“Sen ne biçim öğretmensin kahpenin doğurduğu kancık! Bu kadar zor ödev verilir mi manyakoğlumanyak…”
İhtiyarlığın güzel yanı şu, ağzına geleni söyleyebiliyorsun, insanlar sadece gülüyor. Çocukluk zor bu açıdan, bir küfredeyim diyorsun, herkes kaşlarını çatıyor. Anneannem bir toplum düşmanı esasında. Ben, anneannemle toplum arasındaki tampon bölgeyim. Çarşıda, pazarda, her yerde. Bana ne kadar yumuşaksa başkalarına o derece sert. Bu durum da hoşuma gitmiyor değil. Yufka yürekli bir insan olsa beni de o yüzden seviyor herhalde derdim, başka insanlardan bir farkım olmazdı o zaman. Anneannemin, sevgisini tek insan üstünde toplayabilme gücü var. Sevgiyi yüzeysel olarak dağıtacağına bir noktada yoğunlaşabiliyor. Sevebilme kapasitesi aynı kapasite, sadece sevilen insan için daha yoğun, daha etkili. Buna da saygı duymak lazım.
Bir de şu var, anneannem bu hayatta fikirlerime gerçekten değer veren tek kişi. Seçimlerde bile danıştı. Oy pusulamızı alıp paravanın arkasına gitmiştik. ‘Evet’ mührünü aldım, “Kime oy vereceksin anneanne?” diye sordum.
“Bilmem, kime verelim?”
Düşündüm, sorumluluk altında hissettim kendimi, “Boş atalım istersen,” dedim.
“Buraya kadar boşuna mı yürüdük?”
Saadet Partisi’yle TKP arasında kararsızlık yaşıyordum. Genellikle muhafazakâr bir insanımdır ama komünizm heyecanını da her zaman yaşamak istemişimdir.
“Anneanne sen solcu musun?” diye sordum.
Sonuçta oy onun, ben sadece yardımcı olmaya çalışıyordum.
   “Bir şeyci değilim,” dedi.
“Her türlü manipülasyona açıksın yani.”
“Evet.”
“Bu yaştan sonra komünizm heyecanını yaşamak ister misin?”
“İsterim.”
“O zaman oyumuzu Türkiye Komünist Partisi’ne verelim mi? Onlar da seksen dört yaşındaymış, sen de seksen dört yaşındasın. Broşürlerinde okudum.”
“E iyidir o zaman, verelim.”
Bastım mührü çark çekicin altına. Teyzem oyumuzu komünistlere verdik diye çok kızdı. Anneannem, “Kime istersek ona veririz,” dedi. Teyzem de aklınca CHP’ye verdirecek. Ben hiçbir zaman merkezî bir partiye oy vermem, verdirmem, duygusal ve romantik bir insanım, beş yaşından beri şairim ve muhafazakâr olduğum kadar da radikalim, her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim yani. Beni bir sefer gören adam bir daha unutmaz zaten, hard jöleyle bütün saç tellerimi tek tek dikiyorum havaya çünkü. Ayrıca imkân olsa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin yıkılmasını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiçbir şey yapmadı devlet, ayrıca Yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet büyüğünün araya girip işleri yoluna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim. Hep boş vaatler; yaralar sarılmadı.
Anneannem Bağ-Kur emeklisi, maaşı düdük kadar. Maaşını çektiği gün pizzacıya gidiyoruz, sonra çeşitli kurumlarda sıraya girip elektrik-su-telefon-doğalgaz faturalarını yatıyoruz, eve dönerken dondurma alacak paramız bazen kalıyor, bazen kalmıyor. Allah’tan rahmetli Rüstem dedemden kalan üç tane ev var, onların kiralarını yiyoruz. Rüstem dedem vaktinde bir arsa almış, yan yana iki müstakil ev yapmış, birinde biz otururuz demiş anneanneme birinde de çocuklar. Ben çok küçükken evin birini kat karşılığı verip apartman yaptırdılar. Anneannem kendi oturduğu evi yıktırmadı. Böylece yandaki apartmandan, toprak sahibi statüsüyle üç daire sahibi oldu. Daire başına 600 liradan 1800 lira kira gelirimiz var. Ayın on altısında kiraları toplamaya gidiyoruz, anneannem paraların çoğunu bana veriyor. Harca harca bitiremiyorum. Bir ay harcamadım, lap top aldım. Ertesi ay ADSL bağlattım, iki tane kameralı cep telefonu aldım. Dört megapixel. Sürekli birbirimizi çektik. Ayrıca arka odalardan birbirimizle muhabbet etmeye, sanki çok uzak yerlerdeymiş gibi konuşmaya başladık. En sevdiğimiz oyunlardan biri oldu bu, sonuçta bir sürü bedava dakikamız var. Ben genellikle Kuşadası’ndan telefon eder gibi arıyorum, anneannem çok seviniyor, “İyice gez çocuğum oraları,” diyor. “Ama üşütme sakın, akşamları serin olur hırkanı giy, denizde çok açılma.” Ben, “Tamam anneanne tamam, şimdi kapatmam lazım artık,” diyorum gittiği tatil beldesindeki her yeri görme telaşındaki turistler gibi. Bunun üzerine o da, “Ağzında sakız varken su içme!” diye bağırıyor son bir gayretle. Bir sefer bu yüzden boğuluyordum da. Telefonları kapatıyoruz. Arka odada makul bir süre bekledikten sonra elimdeki boş valizle koşarak giriyorum salona, “Döndüm anneanne!” diye üstüne atlıyorum. Karşısına oturtuyor beni, “E anlat bakalım, tatilin nasıl geçti?” diye soruyor. Ben de o zaman, tatilden yeni dönmüş birinin heyecanıyla başımdan geçen herşeyi yeni baştan, daha detaylı anlatmaya başlıyorum. Anlatırken kendimi o kadar kaptırıyorum ki bazen, sahiden tatile gitmiş olsam bu kadar güzel anlatamazmışım gibi geliyor.
Kira gelirlerinin bir kısmını bankaya yatırıp faturalar için de otomatik ödeme talimatı verdirecektim ama anneannem istemedi, “Ödemez o kopiller,” dedi. Ama asıl neden o değil, ayda bir sefer evden çıkıyor, kuyrukta bekliyor, herkesle kavga ediyor, vazgeçemeyeceği bir atraksiyon bu onun için.
Ayrıca o öyle koluma tutunup ayakta iki büklüm bekledikçe bizi gören herkes vicdan azabı duyuyor, nerede beklersek o kurumun bütün imajı sarsılıyor.
   Geçen aya kadar vaziyet buydu, her şey yolunda gidiyordu. Kazanın yıl dönümünde fıttırdım. Annemle babamı aynı mezara gömdüler çünkü. Hayatta olduğu gibi ölümde de beraberler. Bu dünyaya beni dışlamak için gelmiş iki tip, ölümleri bile değiştiremedi bunu. Moralim o kadar bozuktu ki bakkala gittim, cin tonik istedim, sadece cin verdi, tonik ayrı bir şeymiş ve yokmuş, parka oturdum, birazını içtim.
   Hemen Yasemin geldi aklıma. Yasemin’den niye vazgeçtim ki diye sorgulamaya başladım kendimi. Sonuçta biraz düşüneyim demişti ama net bir cevap vermemişti. Onun resmî cevabını öğrenmek için dâhiyane bir plan da yapmıştım vaktinde. Babasının tayininin çıktığı şehre gidecek, en işlek caddede oturacaktım. O şehirde yaşayan herkesin yolunun bir gün mutlaka düşeceği o caddede, gelip geçen bütün insanlara bakacaktım. Ve böylece, makul bir süre bekledikten sonra mutlaka onu da görecektim. Ve o zaman tesadüfen görmüş gibi yapacak, cevabını soracaktım. Ama yapamadım. Neden? Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim. Burada şairin dünyası Yasemin oluyor.
   Cep telefonum çaldı. Anneannem arıyordu. Hava kararınca merak etmiş.
“Beni neden yanına almadın?” diye sordum. “Beni o kadar seviyordun da annem babam sağken ve çalışıyorlarken ben niye anaokuluna gitmek zorunda kaldım.”
“Ben istedim, onlar bırakmadılar.”
“Neden?”
“Ne bileyim. Kırk sefer söyledim ya çocuğum, okul öncesi eğitim miymiş her ne sıçtığımın şeyiyse çok mühimmiş dediler.”
“Ben sana kaldığım için sevindin mi?”
“Ne?”
“Annem babam öldü, ben sana kaldım. Sana da meşgale oldu. Ben olmasam teyzem bakıcı tutacaktı sana.”
Anneannem bir şey demedi. Beş saniye sustuk.
“Eve gel çocuğum, çok üzülüyorum.”
Cinin yarısını içtim, yere kustuktan sonra anneanneme haksızlık yaptığımı düşündüm. Kaç sefer kardan adam yapmıştık bahçede. Bayramın birinde Çeşme’ye tatile bile gitmiştik. Kuşadası’nda yer yoktu. Ben bütün rezervasyon işlerini internetten yapmıştım. Hatta oradayken yat turuna bile çıkmıştık, anneannem denize kusmuştu, yine ölüyordu az daha. Kimin için? Tabii ki de benim için. Ayrıca o, bütün dünyaya posta atmış bir insan. Pazarcının yüzüne ezik domatesleri fırlatmıştı bir kere. Bugün eli bıçaklı psikopat pazarcının yüzüne domates fırlatan insan, Roma devrinde yaşasa Spartaküs’ün ordusuna katılmaz mıydı? Kirk Douglas’ın oynadığı Spartaküs filmini seyretmiş ve hayatında en az bir kez pazara gitmiş herkes bu konuda bana hak verecektir.
Anneannemi aradım, daha fazla merak etmesin diye. Telefonu açmadı. Evden aradım, yine açmadı. Döndüm geri. Koltuğa gömülüp kalmıştı, hiç kımıldamıyordu. Yine buz gibi olmuştu.
“Teyzemleri arayayım mı?”
“Yok arama,” dedi.
Eh iyi, ben de teyzemlere bayılmıyordum zaten.
“O zaman ben gidip bir doktor getireyim sana filmlerdeki gibi,” dedim. “Ama senin de doktor gelene kadar ölmemen lazım. Sakın ölme.”
“Tamam.”
Üstüne üç tane battaniye attım. Elektrik sobasını ayaklarının dibine koydum. Ama hayat filmlerdeki gibi değil, bir kere akşam olunca bütün doktor muayenehaneleri kapalı, özel polikliniklerdeki doktorlar gelmiyor, hastanedekiler de siz buraya gelin diyorlar. Oysaki ne kadar isteseler verecektim, peşin. Öksüz ve yetimim ama para bende. Doktorların burnu çok büyük.
   Eve döndüm, uyumuştu. Bütün gece başında bekledim, ağzına ayna tuttum, buğulanıyordu. Ertesi sabah teyzem aradı. Her sabah arar. Damladılar hemen. Eniştem de işten izin alıp gelmiş. Arabayla hastaneye gittik. Anneannemi bir bölmeye aldılar, serum taktılar, iğne yaptılar. Sonra da,      “Yatıracağız,” dediler.
“Ne! Yatıracak mısınız? Hani devlet hastanelerinde yeterli yatak yoktu. Bizi mi buldu? İlaçlarını verin, evde yatsın.”
Teyzem kolumu çimdiklediği için doktora daha fazla çıkışamadım. Gece oldu. Bir refakatçiden fazlasına izin yokmuş. Teyzem, “Ben kalırım, sen eniştenlerle eve git,” dedi.
“Ne! Ben şimdi sizde mi kalacağım?”
Ben bağırınca odadaki diğer hastalar uyandı. Teyzem beni dışarı çıkardı, enişteme teslim etti. Teyzemden ve çocuklarından nefret ediyorum. Teyzemin benle yaşıt kızı, bugüne kadar baş başa kaldığımız her anda dan dun girişti bana. Tabii beni asıl üzen bir kızdan dayak yemek. Bir seferinde canıma tak etmişti, misliyle mukabele edip kafasında vazo kırmıştım. Hemen ağbisi gelmişti, büyük kuzen, on dört yaşında bir azman, iri yarı bir tip, bu sefer de o dövmüştü beni. Bir seferinde teyzem bile tokatlamıştı. “Kancık ne demek ve sen kancık mısın?” diye sormuştum sadece. Sonuçta maaile dövdüler beni, bir tek eniştem dövmedi, o da zamanla onlara uyacaktır. Zaten eniştem de aile dışından biri olduğu için dövmedi herhalde, biraz da ezik bir tiptir, hep bir çekingenlik var üstünde. Çünkü teyzemin de dedemden intikal etmiş bir sürü dairesi var bizim yan apartmanda. Eniştemin bir dairesi bile yok, bundan çekingen herhalde. Oysa anneannem kendi ölçülerine göre sever eniştemi. Anneannem bir insanı görür görmez anasına bacısına küfretmiyorsa ondan hoşlanmış demektir. Ekstradan bir şey söylemesine gerek yok.
Eniştem kolumu tuttu, gülümsedi. “Hadi gidelim,” dedi. “Bizde bilgisayarla oynarsın, sana pizza da söylerim.” Hasta odasına girip anneanneme son kez baktım, serum mavi damarlarla dolu koluna yavaş yavaş damlıyordu. Eko yapacak bir uçurumun kenarına gidip ‘Fuck you!’ diye bağırmak istedim. Sıkıntılı anlarda kullanılan bir deyim, Amerikan İngilizcesinde ‘canın cehenneme’ demek. Eniştemle çıktık hastaneden. Evde, ilk yalnız kaldığımız anda taban girdim teyzemin kızına. Karnına kurşun yemiş gibi iki büklüm oldu, kaldırdım, seri tokatlarla sersemlettim, sonra da tuttum saçından çarptım duvara. Çünkü en iyi savunma hücumdur. Ayrıca ne demişler, acıma yetime koyar götüne. Hah ha ha! Yürü git! Ağlayarak gitti enişteme şikâyet etti. Eniştem geldi, tarafsız bir sertlikle baktı ikimize, “Kavga etmeden uslu uslu oturun,” dedi. “Peki enişte,” dedim, sakince oturdum. Teyzemin kızı sinirden bütün gece tırnaklarını yedi.
   Ertesi gün eniştem beni evde bıraktı, bir işi varmış, öğleden sonra hastaneye gidecekmiş, beni de o zaman götürecekmiş. Eniştem evden çıkar çıkmaz, teyzemin kızı uçan tekmeyle girdi böğrüme. Ağbisi de geldi hemen. İki kardeş dünün misillemesi babında, bildikleri bütün karate tekniklerini denediler üstümde. Ağlarken telefon çaldı. Anneannemden bir haber vardır diye koştum. Ama teyzemin kızı benden önce açtı telefonu. Diğer azman da kolumu arkama büktü, yaklaşamadım. Teyzemin kızı, “Evet anne,” dedi, kaşlarını çattı, “Ya öyle mi?” dedi, telefonu kapattı.
“Ne olmuş?”
   “Anneannemiz ölmüş. Başımız sağ olsun.”
   “Oh my God!”
Sırt çantamı alıp çıktım evden. Minibüse bindim, minibüsten inip otobüse bindim, sonra otobüs vapura bindi, vapurdan indi köprüden geçti, otogara girdi. Otogarda otobüsten indim çevreye baktım, tanıdık yerler değildi. Büfeye gittim, “Bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba?” diye sordum.
Büfeci güldü.
“Niye gülüyorsun ki?”
   “Yürü git lan yürü git!”
Köşedeki taksiciye sorsam mı diye düşündüm. Ama adam dolaştırır, en işlek caddeye götüreceğim diye daha uzak bir yere götürüp bırakır, kendi çıkarını düşünür. Polise sorsam? Devlet memurlarıyla konuşmuyorum, olmaz. En iyisi cep telefonuyla birini aramak. Tanıdık birini arayamam. Kaçtığım anlaşılır. Rastgele bir numara çevirdim, genç bir kız açtı.
“Pardon devlet memuru musunuz?”
   “Sapık mısın?”
   “Hayır. Memur musunuz?”
   “Değilim.”
“Güzel. Ben sapık değilim siz de memur değilsiniz. Peki o zaman bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba? Herkesin bir gün mutlaka geçeceği cadde.”“Ne bileyim, İstiklal Caddesi herhalde. Sen kimsin?”
“Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış biriyim. Belki de ben senin şuuraltınım.”
“Kaç yaşındasın sen?”
“Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayal kırıklıkların neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatırını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında, ufacık bir şeyi danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. İstersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü.”
Taksiye atladım. dikizden tip tip baktı.
”Paran var mı?”
”Var”
Bir ellilik verdim.
”İstiklal Caddesine yeter mi?”
Namuslu adammış paranın üstünü de geri verdi. Caddede bir aşağı bi yukarı dolaştım, gelip geçen herkesi görebilecek merkezi bir yer aradım ama ne gezer.Ben İç İşleri Bakanı olsam bu cadde de bin kişiden fazla kişinin dolaşmasına izin vermem. Bir köşede durup insan yüzlerine baktım. Bunca sene sonra tanıyabilecek miyim acaba? Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve birmilyon sene sonra birmilyon insanın arasında da görsen ha işte o dersin.
Ana okulundayken herkesin bardağının üstünde kendi adı yazılıydı. Akşam üstleri bu bardaklarda, ebeveynlerimiz bizi gelip almadan, duble sulu paşa çaylarımızın içine pötibör bisküvilerimizi batıra batıra büyük bir keyifle içerdik. Tadı bir boka benzemezdi ama genede güzel geliyordu. Artık o günün bittiğini, o işkence yuvasından kurtulacağımızı hatırlattığı için güzel geliyordu herhalde. Yasemin batırdığı bisküvi parçası çayın içine düşünce ağlamaya başlamıştı. Öğretmen kızların aklı bir karış havadaydı, başka yere bakıyorlardı. gerçek bir centilmen gibi yerimden kalkıp yanına gitmiştim, çay kaşığımla çıkarmıştım bisküvi ölüsünü. Bizimkiler henüz gelip almamışlarda beni, ölmeden önce de bekletmesini çok severlerdi. Ertesi gün Yasemin’e evlenme teklif ettim, bu kadar flört dönemini yeterli görmüştüm, işin ciddiyetinin sarsılmasını istemiyordum ve şu gerçeği çok iyi idrak etmiştim ki kaç yaşında olursa olsun her kızın hayalidir evlenmek. İşte o zaman Yasemin, düşünmek için biraz zaman istemişti. O anda başka şeylerde söylemiş olabilir ama unuttum. Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsınız belki ama melodisi aklınızda kalır.
İki ay sonra taşındılar. Çok ağladım. ben ağladıkça millet güldü. Annem, babam, arkadaşlar, öğretmenler. Önce niye ağlıyorsun diye soruyorlar, sebebini söyleyince de gülüyorlar. Allah belanızı versin! Birtek anneannem gülmemişti bu romantik hikayeye, o da benimle beraber ağlamıştı. zaten anneannem de benim gibi romantik ve duygusaldır. Otuzbeşinden sonra kocasını bırakıp Rüstem Bey’e kaçmış. Peşlerine düşmüşler. Bıçaklar çekilmiş, silahlar atılmış. Sonra vali ve tümen komutanı girmiş araya, çünkü Rüstem dedem’de önemli bir tipmiş, kaymakam vekili mi, mal müdürü mü, her neyse işte. Anneannem kırkına doğru annemi ve teyzemi doğurmuş üst üste. İlk kocasından çocuğu yok , sevmediği adamdan çocuk yapmak istememiş, işte bir kişilik blirtisi daha. Annem de beni doğurmak için otuzbeşine kadar beklediğinden, ben bu yaşa gelinceye kadar anneannem seksendört oldu tabii. Çok yazık. Ellili yaşlarında tanımak isterdim onu, Rüstem Dedem henüz ölmemişken.
Sabaha karşı devriye gezen iki polis geldi. kırmızı giymişler, yunus diye tabir edilen tipler.
”Sorry sir, ı am so sorry sir, ı don’ understand,” diyerek turist ayağına yattım ama yemediler.
”Ne yapıtyorsun burada.”
”Nothing sir.”
”Adam gibi konuş lan!”
”Hiç…..Hiç birşey yapmıyorum efendim.”
”Annen baban nerde?”
”Öldüler.””Başka kimsen yok mu?”
”Yok.”
”Nerede kalıyorsun?”
”Hiçbir yerde.”
”Ne yapıyorsun sokakta?”
”Hiç.”
”Sikerim hiçini, ne yapıyorsun sokakta lan?”
”Yasemin’i bekliyorum.”
”Yasemin kim?”
”Nişanlım.”
Koluma girdiler, motorlarının yanına gittik. Birileriyle irtibat kurdular. Sonra güleryüzlü bir kadın geldi. Üstünde ördek resimleri olan bir arabaya bindik. Tam kurtuldum zannediyordum, onlar da çocuk polisiymişler. Kutu kola istedim, bir de eti browni. Parasını vereyim dedim, almadılar.
”Yasemin’in soyadı ne?”
”Bilmiyorum.”
”İnsan nişanlısının soyadını bilmez mi?”
”Yani insan beş yaşındayken böyle ayrıntılara önem vermiyor.”
Çapraz sorguya aldılar herşeyi itiraf ettim.
”Tamam nişanlı değiliz, sadece düşünmek için biraz zaman istemişti, tamam mı? O nu da filmlerde öyle söylendiğini duyduğu için söylemiş olabilir. Şimdi mutlu musunuz?”
Cep telefonumu almışlar.Teyzemleri aramışlar. Öğlene doğru damladılar, tanımıyorum ayağına yattım. Yine yemediler. Cep telefonu berbat bir şey, toplumun boynumuza taktığı tasma, keşke yanıma almasaydım. Cep telefonum yok, kimliğim yok, belki yetimhaneye yerleştirirlerdi sevabına. Arabada geri dönerken teyzem,”Çocuğum, niye kaçıyorsun, biz sana ne yaptık?” diye sordu.
”Anneannem öldükten sonra oralarda durmanın bir anlamı yok..”
”ölmedi ki!”
Teyzemin kızına baktım.
”Niye yalan söyledin lan?”
”Ben birşey söylemedim.”
”Hala yalan söylüyorsun, demek ki sen bir kancıksın. Kahpenin doğurduğu bir kancık.”
Ensesine vurdum elimin içiyle. İki yana toplanmış saçları öne gidip geldi. İşte o zaman anneannemin fatura kuyruklarında ayağına basanlara ettiği en etkili küfürü haykırdım kulak zarına;”Amın sıçtığı salak! Senin yüzünden bir anda dünyam karardı.”
Teyzem birşey söyleyecek oldu ama eniştem onu elini sertçe sallayarak susturdu, ”Hepinizden bıktım.” dedi. Bunu o kadar içten söyledi ki yoğun bir sessizlik kapladı arabayı. Kibrit çaksan patlayacak bir atmosfer oluştu. İlk kıvılcım kimden çıktı bilmiyorum ama aynı anda birbirine bağırmaya başladılar. Teyzem kızına, kızı bana, eniştem büyük kuzene, teyzem enişteme… az kalsın karşıdan gelen bir kamyonun altına giriyorduk. Eniştem sağa çekti. Tek laf daha eden olursa arabayı önüne çıkan ilk şarampole yuvarlayacağını belirtti, sustular. Benim zaten konuşmaya niyetim yoktu. Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim. En zayıf noktamdan vurmuşlardı. Tamam, bu güne kadar bende çok yalan söyledim ama gidipte ben kimseye anneannen öldü demedim, böyle kancıklık olmaz. Anneannem ölmediği için içimden seviniyordum ama o ortamda asla belli etmek istemediğim bir sevinçti bu. Yoldaki elektrik direklerini saydım, 1494 tane.
Hastaneye vardık, anneanneme sarıldım, yanaklarından öptüm, kokusunu içime çektim. ”Anneanne, ölmeyeceksin değil mi?” diye sordum. ”Sen ölürsen, ben yapayalnız kalırım. Ve biliyorsun, yalnızlık berbat bir şey. Lütfen ölme! Biz muhteşem bir ikiliyiz. Ölmeyeceksin değil mi?”
Anneannem soğumuş parmaklarıyla elimi sıktı, bana sevgiyle baktı.
 ”Ah Rüstem Bey,” dedi.
”Ben sensiz ölür müyüm hiç?”

Emrah Serbes
Erken Kaybedenler / İletişim Yay.

Saat Beş

İstanbul’da elimi kaldırdım
Biraz içkiliydim, biraz sevdalı, biraz da minareli
Geleni geçeni durdurdum
Bakın dedim bakın gökyüzü nasıl eskimemiş
Bir de şu martılara bakın nasıl alıngan martılar
İstanbul’da en ince minarede
Beş tane gözüm vardı mavi
İstanbul’da gözümün birini söndürdüm
Balıkların yarısı yok oldu gitti
Hiçbir balığın kuyruğu yok kör oldum
Ben bir zamanlar yelpazeli kadınlar görürdüm
Evlerinde kocalarında uykularında
Yarı yarıya saç yarı yarıya dudak
Nasıl sıcak olurlardı düşünürdüm
İstanbul’da Divanyolu’nda denizin orda
Bütün milleti başıma topladım
Herkes birşeyler söyledi kendine göre
Bir kadın döktüre döktüre susuyordu
Yaklaştım yanına elini tuttum.
Bak dedim martılar ne kadar alıngan
İşte tam bu sırada saat beşi vurdu

Cemal Süreya

31 Aralık 2015 Perşembe

Yeni yılın herkese mutluluk ve sağlık getirmesi dileğiyle...

16 Ağustos 2015 Pazar

Benden Baba Olmaz Çılgınlarına Davet

Başkanımız der ki;
Dostlar özledik, eski güzel günleri arada sırada da olsa yad etmek için burada bu adreste toplaşalım mı?

7 Ağustos 2015 Cuma

ÖLÜME DAİR


Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
               kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
                                                 kömür küfesiyle beraber
                                                                          ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı naaşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
                                                      simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,
                            iki gözüm,
                                            merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?
Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
                            tabutunuzun
                                                toprağa indiğini.
Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilaç şişesidir
                        rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
                                          ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»
Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
            herhangi bir şahın bir gemi ambarında
                                             bir kömür küfesiyle öldüğünü?...
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil...»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...
Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
                            nereye gidiyorsunuz?

Nazım Hikmet

22 Nisan 2015 Çarşamba

Gönül



Gönül, aldanır aşka 
Aldatır aşkı, 
Kirletir, incitir. 

Gönül, susuverir bazen 

Bi yalnızlık yazar sessiz harflerden 

Bana sulhsün, zulüm değil 
Gönül bi gülsün, bazen benim gülüm değil 

Gel gidelim uzaklara
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül 
Gel gidelim uzaklara, 
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül 

Gönül, hep aradı durdu 
Sonunda imkansızın kıyılarına vurdu 
Gönül, hiç usanmadı, hiş uslanmadı 
Hep acıtana kondu 

Aradığım ne kaldıysa inan buna gönlüm dünden de uzakta 

Gel gidelim uzaklara 
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül 
Gel gidelim uzaklara, 
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül

Söz & Müzik:
Feridun Düzağaç

17 Nisan 2015 Cuma

Mahur Beste


Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı 

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra 
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara 
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara 
Geceler uzar hazırlık sonbahara


Attila İlhan
Mahur Beste Ahmet Kaya

14 Mart 2015 Cumartesi

ELMA


Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun 
Elma da elma ha Allahlık 
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı 
Kuşlar uçuyor üstünde 
Gökyüzü var üstünde 
Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun 
Bir duvarın üstünde 
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı 
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak 
İstanbul'da bir duvar 

Ben de çıplağım ama elma yemiyorum 
Benim öyle elmalara karnım tok 
Ben öyle elmaları çok gördüm ohooo 
Kuşlar uçuyor üstümde bunlar senin elmanın kuşları 
Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü 
Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum 
Bir kilisenin üstünde 
Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara 
Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak 
Duvarda bir kilise 

İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise 
Sen çırılçıplak elma yiyorsun 
Denizin ortasına kadar elma yiyorsun 
Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun 
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz 
Bir yanda Sirkeci'nin tren dolu kadınları 
Adettir sadece ağızlarını öptürürler 
Ayaküstü işlerini görmek yerine 

Adımın bir harfini atıyorum


Cemal Süreya

21 Şubat 2015 Cumartesi

Hikaye


Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!

Cahit Külebi

Işığın Yansıması

Güzel Havalar

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Orhan Veli Kanık

18 Şubat 2015 Çarşamba

Yalnızlık Heceleri


1
taşların sesini
duydum konuştum
duydum sustum.
2
gitsem
kaderini duyursa bana
bilmediğim yerler
sevinsem, üzülsem
kalbim sonsuzlukla eksik
büyüsem, büyüsem...
3
yemyeşil bir yalnızlığı
içim dışım uzaklık
kimseye anı olmadan geçtim.
taşı bile severdim
birisi tüy kadar dokunsaydı bana.
4
kalp soğuk
anılar ağır.
köpekler kemiklerini çıkarıyor
gömdükleri yerlerden.
5
trenler bitti
kanatsız sular
yağmurla iki kez uzak evler
anısız sokakların akşamı bitti
ayrılık başlıyor...
çift oluklu bir hançer
sevdiğim herkesten
gidiyorum
geldiğim dip yalnızlığı...
6
kitaplar kitaplar kitaplar içinden
üstüne kitleyerek hayatı
kapanmasını kapılar pencerelerle bilerek
her kirpiği bir hayal cesedi
uzak uzak sustu gürültümüze...

yaşamanın büyüklüğünü konuşuyorduk hepimiz!.
7
serçelerin sabah avluları
size kursunlar mezarımı.
8
uzun sakalları kanallara gömülü
üç sonsuz gece
geçmişini bir ayin gibi soludu.
şehrin bütün ışıkları
gözlerinden yaş yaş dökülüyordu.
9
sararmış deniz. kirpik uğultusu. eşikte bir harf. 
odalarda göllenen yol. geceler bilgisi. acı ten.
ayaklanmış yalnızlık. susmanın halleri. sonrasız
aşk. ayrılık bilgesi. ıssız ayna. mutsuz çocuklar sabahı.
ışık hecesi. uzaktan geçen zaman...

bana dokunsaydın, dedi, bunları başka söylerdin...
10
gelir akşamın kalbe indiği zamanlar
ey gövdesini dönen kalabalık
yalnızlık sizin de sadık köpeğiniz...
11
önce gözleri vardı yedi kat ela
sonra yalnızlık
elleri gözlerinden önceydi ve uzun
sonra yalnızlık
iki beyaz ırmak akar hala gövdemde
sonra yalnızlık
sözüm ağzından alırdı kanadını
sonra yalnızlık
dört yıldır canımdan uzuyor saçları
sonra yalnızlık
bitti güzelliği kalabalığın
yalnızlık bir daha...
12
"tayga'da insan izine rastlayamazsın;
varsa da sana aittir
harad bream/şaman"

orada otların arasında
güneşten başka ses yok
insanın yaşı kadar büyük
dünyanın ilk günü kadar yeni
zamanı gösteriyor bize...
13
cezanın kapıları. korkudan büyük duvarlar. aşa-
ğılayan şüphe. üniforma sarmalı. şiddetin izin ver-
diği sevinçler. küçük düşürülmüş gökyüzü. sesin
kıvrımlarında taşınan dışarılar. acılaşmış onur.
kalbin yücelişi. anlamı değişen dokunma.

özgürlükle donatıyor duvarları hasret... oğlum
-diyor- seni uçuruyor bütün kuşlar.
14
iki kez siyahtır şimdi evlerde gece
dıranas'ta ağaçlar bu saatlerde
bütün yolcularını uğurlamıştır.
15
göğe vardı
odaların boşluğu
eşyalar bitti
zaman beyaz
kadınlar acı
yapraklı bıçak
rüzgar bedende
hareli sular
parmaklarda donmuş
yollar ceza
yere bakıyor ağaçlar
ışıklar gölgeler
seslerin hükmü
akşamlar bile beyaz
yaşı çoktan
çocukların yaşı
bir tek geçmişin rengi var..
16
her gün gelir böyle
otobüslerin önünde durur uzun uzun
bir yolculuk ayinidir yalnızlıktan yapılmış
giden herkesle her yere gider.
sonra bir sarsak zaman bekleme salonlarında
büfeleri seyreder karıncalanmış gözlerle
simit alır, gazetelere bakar, saati sorar
gelen yolcu peronuna iner akşam üzeri
biraz yorgun, gülümser, çoğalmış
bütün yolcuları alıp evine döner...
17
otlar kadar olaydım
ışık, ses, böcek
sarı zaman, muratsız kar, ölüm
bütün mevsimleri seveydim.
18
gittim sesleri topladım geldim
parmak uçlarının rüzgarı da geldi.

alın kırışıklarına sürdüm yalnızlığımı
kalbin sığınmaya yağan ilk karı da geldi.

herkesin yürüşünde sakladığı evlerdim
tutkunun siyah açan geçkin baharı da geldi.

bir yabancı gözleri çan bilmediği dillerde
bildik hayatın uzun intiharı da geldi.

kırmızı yaşlar idim bir çocuğun yatağında
gecenin hayal hayal intizarı da geldi.

gittim bir medet harflerden gamzelere
ahlakın yaşla çiftleştiği yaşama mezarı da geldi.

bir zamandım, erken, uzak geleceklerden
güzelliğin lal odalarda beden çerağı da geldi.
19
pınar, tozlu yol, bitkin ağaçlar
can sıkıntısından ağır bir güneş
zaman dışı kuşlar telgraf tellerinde
kadın değil de bir top bez hayalsizlikten
köy uzak değil bir bıkkınlık sadece
bu aklın dışında bir tek çocuk var
bütün uzakları toplamış içine arkasına bakıyor.
20
kaç gökyüzü çizdi ağzın
hangi mağaralara...
21
kendini seven insanların güzelliği ile konuşacağız. 

kimsenin sevgisi kimseye bağış olmayacak. 
dünyanın bütün dillerinden şarkılar okuyacağız. 
bütün dillerin acısını, sevincini canımızda duyacağız. 
şarkılarımıza toprak katılacak; 
taşlar dinginliğini verecek sesimize;
gökyüzü binlerce kanatla donatacak gözlerimiz.
ırmaklar yalnız dışımızdan akmayacak.
doğadaki her varlık kendi mucizesine katacak bizi. 
akşamlar ikinci güneş olacak sokaklarımıza. 
ellerimiz kimseyi yalnız bırakmayacak.
çocuklarımız bir daha doğuracak bizi.
tek yalnızlığımız aşk olacak. erkeklerimiz sabahtan dingin;
çaresizlik kadınlarımızı terk edecek.
bütün bir ülke özür dilemeyi öğreneceğiz.
lunapark palyaçolarından başka üniforma kalmayacak dünyada.
güzel anılar kadar güzel olacak ölüm...

'arabasını yıldıza bağlamış' birisinin yalnızlıklarımı bunlar?

iyimserlik mi? bir kalabalık reddiyesi? uyumsuzluk kışkırtıcılığı?
bir devrim taslağı belki; bir eşitlik tasarımı. 
bir hayal denemesi, güven duygusu için.
kolay ve küçük şeylerin rahatsızlığı.
bencilliği utanca çevirme girişimi.
gelecek zamanlar kalbimin acemi fotoğrafı.
başkalarına paylaştırılmış yüzlerce 'ben' sevinci.
bir ironi, gücün boyalı şiddetine. sınırları küçümseme zenginliği.
ait olma duygusu ile aykırılığın birbirini sevmesi.
büyüklenmenin küçük düştüğü bir genişlik. başarının hasat şenliği..

yalnızlık... seni bir gün biz seçeceğiz. o zaman güzel olacaksın.
22
senden ışık ayrılık
gözlerim yol tenhası
kirpikler dili oldum
ağzım ölü zamanlar.

benden vakitli taşlar
gövdeni solumaya
o mumdan eşiklerim
sokakları titreyen.

bitti sandım gideni
gövdemi susturarak
eyvah ki dünya imiş
mezar benim nem olur.
23
okşan'a

bacakları uzun kalın
karanlıkta özgür
sakallı bir sesi var
utandığından değil
ışıkta yaşamak zor
gizli eğilimi hepimizin
başımızda merakın
kurşun askerleri
kalbimiz saygı yalnızı
uzun uzun konuştuk
kendimizi birazcık sevdik.
24
ben gittim susmaya
üç boğuk zamanla
toprak, beton ve camdım
su büyük, dedim
alır düşünmeyi
kandım oturdum.
25
adam denize bakıyor. sis. deniz değil. kendine maviyi mi anlatıyor,

suya toprağa mı? sır değil. gövdesi katı; babasından tek miras.
hayatı dar. baktığı yerler değil. usanmıyor.
gemileri sayıyor. ne yolcu, ne fener. yıldız falcısı belki.
tutsaklıktan. rüzgarı ölçüyor. kıyıları sevmiyor. sığınmak ölüm;
nereden duymuşsa. suların raylarında bir kadın, kırk bir yıldır... 
susmasına denizi ekledi. mavi değil yine de evi. biraz daha kuyu.
yalnızlık hariç, her şeye yeniliyor. boyu ıssız, gecikmiş.
bin ayrılık parmakların boğumu.
bir leke gibi geçiyor ışıklardan. günün her saati akşam.
eşikler, o hep-- 
çocuklarına susuyor. karısı gittikçe az.
deniz çekiliyor, çekiliyor...

ah kutsal ana rahmi... insan nereye gidebilir ki...
26
sırlarınız olaydım
daha mutsuz olmazdım.
sizden fazla bildiğim
en iyi yalnızlık ölüm...
27
bir yarım söze
geçerken söylenmiş
dünyayı doldururuz.
sonra o taş yataklar
soyunuruz
aynamız siyah
gövdemiz yanlış dua
bir merhamet
gecenin kalbinden
puhu kuşları dahil
bütün şarkıları bitiririz...

sabah o eksik ışıktır
narcissus sevmez
biliriz
inanırız!...
28
levent kanat'a

sonra onlar bir gün gelip
diliniz bu, dediler.
göz yaşlarımız bozuldu.
ağaçlarımız sularımız kuşlarımız
bir günde geçmişinden oldu.
günün haritasını yitirdik
gece yorgunluğumuz değil
yüksek sesle geldiler hep
yataklarımızda bilmediğimiz acılar
şarkılarımızı küçük düşürdüler
bir boğuk zaman camlarımızda
çocuklarımız evler yabancısı
onurumuzdan bir yalnızlık yaratıp
kalbiniz artık bu, dediler...
29
keşke benim uzağım olsaydın...
30
aydınlık ne
unutmak kimin haddi...
şımarık kalabalık
kanı çekilen gece
dinle memelerini
ağzımı duyacaksın.
sonra bir ayna ser
ayaklarının altına
kalçalarınla hohla adımı
içindeki zamanım.
hiçbir şey bitmez insanda
acı güzellik hiç
kaç eski sevişme
benim de bedenim.
31
ağaçlar, önce ve sonra
iki varoluşun.

kapı önlerinde kadınlar
bir zamanlar onlar da.

bütün fotoğrafların gizlediğisin
mutlu yada mutsuz.

unutmak büyük dili zamanın
hatırayla lekeli.

bir hayal cinneti akıl
sen sustukça.

yaşlılar, çocuklar
sonsuz ezberi yüzünün.

o zülüf harekatısının çaresiz
aşka ve ölüme.

mezarlık çiçekleri
geçtiğin her yer...
32
sessizlik çanı köyle gittim göğün ağzında
karın temize çektiği ölüm harcı yalnızlıklar.
kalabalıktım bir zaman zonklayan şehirlerde
suların avucunda kimi gün bir sevinç damlası.
bir sürgün ayrılıklarıyla büyüttü kalbimi
eşyalarından küçük adımları da bildim.
hala bilmem, gücü mü insanın, yenilgisi mi
bir kar istasyonunda ağabeyini susan fiyodor
döndüm her seferinde bir dua acısıyla
'hayat her yerdedir' sözünün çırpınan gerçeğini...
33
ve döndüğümüz gittiğimiz değildir.
34
sözler kalbinde vazgeçiş
bedeni göz göz unutuluş mührü
yok yalnızlığından başka gücü
bir kirpik hecesiyle
küçük düşürüp yakınlığımızı
ceza gibi geçiyor içimizden.
35
bütün ayrılıklarımı alır gelirim. ev bir tenha söz. eşyalar ıslık çalar.

bir genişlik umarım. hayalsiz olmuyor. zaman büyük simyacı.
hatıralar bile hayal. ağaçların ışıklarını toplayıp çekilir güneş.
ölüm değil müşkül, zaman acısı. yaşamasam nereden bilecektim.
insanlardan üzgün düşmenin uzağıyla bakarım. 
henüz mağrurdur yalnızlık.
yüksek seslidir. kalabalığa inanır. gölgelerini okurum.
herkes aynasını ters yüz edip çıkmıştır.
oysa orada birikecektir yaşama tutkusu.
öğrenmek çoğa varırı. bir gamze göllenir, göllenir.
içinde topuklar döner, saçlar titrer, sesler köpürür.
ayaklanmış kuyudur ağızlar. gövde, dünya kesilmiştir. 
kimseler görmeden toparlarım cesedimi. 
bir merhamet duygusuyla iner akşam.
bütün incittiklerim kalbimdedir.
uzak yoktur. ölüm de bir zamandır.
dönerim...
36
köknar ağacının dibine oturdum
akdeniz'di. ikiz güneşti
ayaklanan bir kadın yüzüydü
yaramı sever gibi sevdim gelincikleri
taşlara sesini veriyordu rüzgar
eğildim telaşı önünde kertenkelenin
dağlar mavi bir zamandı
otlarda soluk alıyordu tanrı
sevdiğim kadınlardan bir mucize
bütün acılarımın dışına çıktım
bütün acılarımın dışına çıktım
elinden tuttum çocuk babamın
annem yeni doğuruyordu beni.

sildim pişmanlığı payıma düşen hayattan.
37
eşyaların kayıtsızlığı
götürdü beni yaşamaya:

zaman insanmış...

kan pıhtısı odalar
sizden iyi kim bilir
sesin çiçek açmasını.
38
annem kadınlar mezarı
uzun bir erkekten geriye kalan
ay ışığında namaza soyunuyor
bahçelerin ilk harfi gün ağarmadan
parmakları eteklerinde bir eski günah
günde dört çeşit hapla bedenini koruyor.
ah o yaşlanmış ölü
babamdan da uzak konuklarız biz
ince gardiyanları hatıraların
birer yaşama taburu sevgimiz
biraz daha gömülüyoruz her gelişimizle
annemi erkekler yalnızlığına...
39
uzaklık da bir sevgi zamanıdır
insan bir gün onu da susar.
senin sevinç diye yaşadıklarını
acının hanesinden de çıkardım ben.
çan değilim. dön değilim. gün değilim.
40
pahası hayal, ödülü kendisi
uzakları öğrendi çocuk:
camdan güneşler. rüzgar ölüleri
kalbin incinme atlası
demir parmaklı sözler...

çocuğun sustuğu yerde başlıyor
şehrin uyaksız ışıkları
kendine tutunan yoksulluk
uçurumlar açıyor gövdede
geçmişin çeki taşı
o masal gelecek...
41
şimdi hepsi birer ölüm hecesi
ne söylediysem sana yaşamak için.
42
sıkışık saatlerin arasında, ben mi söyledimdi, insan sevmezse ölür.

gider acıda durur. sinema afişlerindeki çocuk eve küfürler büyütür.
bitmez cümledir tezgahtar kızlar. 
hayal, berber aynalarının kartpostal dili.
yatışmaz dışarıdadır yokluk. 
yenik bir akşam yürür şehre karakalem evlerden.
ara sokaklarda her gün bir cinayet kurulur. 
babalar bastırılmış ihtilal;
bitkin sularda anneler ölü nilüferlerdir. insan sevmezse eve gelir.
gider aktarlara bakar. yarasına biraz uzaklık basar.
küçük dükkanlarda uzun konuşur. bin çeşit önlem geliştirir.
gökyüzü çoktan inmiştir yere. zamansızdır. seslerden üşür.
insan sevmezse mezarını küçük düşünür.
43
breht'e

benim gözlerimi onlar vermedi
ben büyüttüm bulutları hayal hayal
toprak bedenimden alır varlığını
parmaklarım sularımızda salkım güneşler
kirpiklerimden yürür ağaçlar dünyaya
babam şehrimizin sütkardeşi.
annem doğurdu evlerimizi
onlar taramadı benim saçlarımı
akşamlar birer sürmeli masal
kardeşlerimle uyudum kuşların uykusunu
bizimdir eksik de uyansak sabahlar...

bir tek kendilerinin kutsadığı ölümle 
şimdi onlar yok edecek bütün bunları.
ey kendini bizden uzak sanan insanlar.
44
pencereden şakıyan ışık
iyi ki inandım sana.
bana zamanı gösterdin
aşk neydi, olmasaydın
sensin ölümün acısı.
üstüne doğduğun çocuk
dünyayı tanıdı.
hayatın büyük ruhu
beni görünür kıldın.
son iyilik de senden
gölgemi al kalbine...
45
özdemir asaf'a

insansız olmaz
bizimle ses verir börtü böcek
evler güç bulamaz
birlikte yaşamak için
kim duyar zamanın ağırlığını
susmak da insan ister.
yalnızlık paylaşılır
paylaşılmazsa yalnızlık olmaz.
46
öyledir sevgilim
uzaklar ayaklanır
yakın uzaklaştıkça
her mevsimden dili vardır
bütün zamanlarda
ayrılık aşkın önünde yürür.
47
kardeşim artık özgür...
annesinin söylediği ne varsa
simsiyah gülüyor.
ağzında bir gecikmiş zaman
kalbin diline çeviriyor
babasının sustuklarını.
-bir kandil fitilinden
fitilinden yanarak ışıyor-
iki çocuk büyüttü, ikisi de
üstüne titredikçe yabancı.
evi çok kilitli kapılar
dışarılar ömrünü küçük düşürüyor.
aklımız bir soğuk dua
iyi bir geçmiş arıyoruz kardeşime
beyaz gömlekli yapılar önünde.
48
gelsen şu olurdu:
evim dünya olurdu
incelik dil bulurdu
saygı çocuklaşırdı
edeb murat kesilirdi
kalabalık çiçek açardı
pişmanlık utanırdı
eşyalara su yürürdü
acı değer kazanırdı
ölüm sahipsiz kalırdı
güzel anı olurdu
aşka yakışırdı
şiir usulca susardı
yaşamak büyür büyürdü...
49
bana sunulanla yetinmedim
üzüm güneşleri, bulut ağaçları, deniz nazarları
doğaya sözler ekledim.
insandı, acıydı, sonsuzluk hecesiydi
dünyayı işaret ettim
kalp oldum kaderlerine
biricik zaman yaptım hepsinin ömrünü
ödülüm ve cezamdı
geldim azaldım, gittim yalnızdım...
50
ölüm dünyasıymış
her solukta sessizce
birikmiş bedende.
taşlara can veren aşk
o da bir zaman imiş.
ah insanın yaralı
yaşama tutkusu...

tanrım... hatırasız ölüm.
51
yalnızlık
ey zamanın tanrısı
neyin olur senin
her harfi çın çın
bunca söz...

Şükrü Erbaş